Türk Mitolojisinde Anne; Anne, insanın hayatının başlangıcı olduğu için pek çok kültürde, mitolojide çeşitli anlamlar, kutsallaştırmalar kazanmıştır.

Türk mitolojisinde de anne işlevi üstlenen çeşitli unsurlara rastlamaktayız. Ama bunlara geçmeden önce ilkel sürü topluluğundan avcı toplayıcı topluma geçildiğinde, kadının bitki, meyve toplayıcılığı yapması ve ilkel tarımı başlatmasıyla kutsallaştırıldığını da belirtmemiz gerekir. Türk mitolojisinde ağaçtan türemenin sebebi de bu geçim tarzıyla bağlantılıdır.

Şamanlık yapanların kadın oluşu, Şaman erkeklerin kadınlıkla ilgili unsurları üzerinde taşımaları, toplumun kutsalla bütünleşmelerini sağlamak içindir. Bu kutsallık da yine kadının doğurganlığıyla ve bitki toplayıcılığından kaynaklanan geçim tarzına bağlı yüceltmeyle ilgilidir. 

Erkek egemen yapının kökleştiği topluluklarda Şaman kadınlar büyük âyinlere katılamamaktadır. Ayrıca dışarıdan alınan gelinin kabilenin büyük törenlerine katılamamasının kabile tanrısına yabancı olmasından kaynaklandığı belirtilir. Kazak, Kırgızlarda dış evlilikle eve alınan kadın, evin, çadırın ateş yakılan yerinden yukarı geçemez. Bu da evdeki ata ruhuna saygısızlık etmemek şeklinde yorumlanır.

Türk mitolojisinde anne işlevini üstlenen tanrı, kutsal ruh ve varlıkları antropogonik mitlerde görmekteyiz.

TÜRK MİTOLOJİSİNDE ANTROPOGONİ

Antropogonik mitlerde, ilk insanın, soyların yaratılışı, türeyişi anlatılır. İlk insanın yaratılışının anlatıldığı mitler, kozmogonik mitlerin içinde yer alır. Evrenin, dünyanın, tabiatın yaratılması, makro-kozmosu oluşturuyorsa, insanın yaratılması mikro-kozmosu oluşturmaktadır. Evrenin yaratılmasında kullanılan toprak, kil, ağaç, kamış gibi unsurların insanın yaratılmasında da kullanılması bu düşünceyi desteklemektedir. Türk mitolojisinde, dağda, dağın eteğindeki mağarada, ağaçta doğum motifleri de kozmolojik inanışlarla birleşmektedir. Dağ, ağaç nasıl dünyanın ekseni, dayanağı, merkezi ise insan da dolayısıyla bu kozmolojinin temelinde yer almaktadır.

Bunun en önemli sebeplerinden biri de insanın varoluşu ile evrendeki bütünlüğe, kutsal varlıkların dünyasına katılma isteğidir. Böylelikle insanın varlığı ve hareketleri dinî bir anlam kazanmaktadır. Ayrıca “tüm insan davranışları in illo tempore tanrılar veya medenileştirici kahramanlar tarafından ihdas edilmişlerdir; bunlar yalnızca çeşitli işleri, çeşitli beslenme biçimlerini, çeşitli aşk ve ifade şekillerin vb. ortaya koymakla kalmamışlar, aynı zamanda görünüşte önemsiz olan hareketleri de ortaya çıkartmışlardır.” Hayat ve insan bedeni de bu şekilde kutsallaştırılmış olur.

Kandaş, cinsel, yetişkin topluluklarına katılmak, ölüm ve tekrar doğum simgeciliğiyle ilgili törenlerle gerçekleşebilmektedir. Bu törenler sırasında evrenin, dünyanın, insanın yaratılışıyla ilgili kutsal anlatıların dile getirildiği görülmektedir.

Altaylar ve Yakutlardan derlenen yaratılış mitlerinde, ilk insanın yaratılışı, kozmogonik bütünlük içinde anlatılır. Verbitski’nin derlediği Altay yaratılış mitinde, Tanrı Ülgen, yeri, göğü ve insanı yaratır. İlk yaratılan insanlar tanrı katı olan Altın Dağ’da bulunmaktadırlar.

Gökten kovulunca dünyaya inerler. Verbitski’nin yayınladığı bu anlatının geniş özeti, insanın yaratılışıyla ilgili pek çok unsuru içerdiği için yararlı olacaktır. “Ülgen bizim dünyamızda yedi erkek cins insan ve o kadar da ağaç yarattı. İnsanın kemikleri kamıştan, vücudu ise balçıktan yaratıldı. İnsanın bedeni yaratıldıktan sonra ülgen insanın kulağına ve burnuna üfürdü. İnsan canlı ve düşünen bir varlık haline geldi. Ülgen kulağa üfürünce ruh, buruna üfürünce de akıl girdi.

Yedi insanı yarattıktan sonra Ülgen Altın Dağ’ın bulunduğu doğu yönüne yöneldi, bir erkek ve bir ağaç daha yaratarak Altın Dağ’ın batı cephesine koydu.

Ülgen sekizinci adamın ruhuna ve aklına çok üfürdü ve ona şöyle dedi: Ben iyi ve kötüyü yaratıyorum, sen de herkesi yönet, kime açlıktan, kime tokluktan ölüm ver, kime de bolluk ver! Sen bil… Sekiz adamı yarattıktan sonra Ülgen yedi yıl onları gözetimsiz bıraktı. Bu zaman zarfından sonra bakınca gördü ki, sekiz adam olduğu gibi duruyor. Sekiz ağaç ise yedi kol halinde büyümüş.

Ülgen bunu görünce şöyle dedi: Niçin böyle ağaçlar çoğalmışlar da insanlar yok? O zaman Altın Dağ’daki sekizinci adam cevap verdi: Dişisi olmadan nasıl çoğalırlar? Ülgen ona şöyle dedi: Yaratma anında ben sana sen bil, sen bil; kimin aç olduğunu, kimin yetişeceğini, iyiliği ve kötülüğü sen bil, demiştim. Sen şimdi yedi kişiye gel, ben üç gün sonra sana döneceğim. Sekizinci insan yedi kişiye geldi ve kendi kendine şöyle dedi: Ülgen bana sen bil, sen bil demişti. Şimdi ne yapılacağını bileceğim.

Ülgen’in yarattığı gibi kadınları yaratmaya başladı. Kamıştan kemikler, balçıktan beden yaptı. Fakat yapmış olduğu şeyler elinde kırıldı, dağıldı, ellerinde buruşturdu. Avuç içinde tutarak ona üfürdü… Bu arada Ülgen tarafından gönderilen bir köpek ağzında bir mektupla geldi. Bu mektupta sekizinci adama Maytere isminin verildiği yazılıydı.

Üçüncü gün Ülgen Maytere’ye geldiğinde, yapılan son kadın henüz cansızdı. Maytere Ülgen’i karşılamaya gitti. Kendi yaratıkların gözetmesi için köpeği görevlendirdi. Erlik de özellikle bunu bekliyordu. Henüz tamamlanmamış yaratıklara gelerek onlara kendi nefesiyle üfürdü. Bu şekilde ruh ve aklı insana yerleştirdi. Fakat insan olması gerektiği gibi değildi; ruhu yılan gibi kindar ve pis kokuyordu. Maytere bu olaydan habersizdi. Ülgen’i karşıladığında ona şöyle dedi: Sen bana, sen bil, sen bil demiştin. Ben de insan-kadını yarattım, fakat onların henüz ruhu (canı) yok, sana sormaya geldim. Yaratmayı mı yoksa yaratmamayı mı emredersin? Ülgen birden şöyle söyledi: Hemen gel öne koş! Maytere döndüğünde kendi yapmış olduğu insanları canlı olarak görünce, […] köpek niçin Erlik’i bıraktın, o seni nasıl aldattı? dedi. Köpek şöyle cevap verdi: Erlik bana kürk, ayakkabı ve yediğim zaman ölmeyeceğim lezzetli yemekler vereceğini vaadetti… Maytere önceleri insanlar gibi hayat süren; yiyip içen, insanlarla konuşup anlaşan köpeğe bu günkü nitelikleri ceza olarak yükledi.

Daha sonra Maytere yedi erkeği çağırdı ve onlara Erlik’in yaratmış olduğu kadını göstererek, bu kadını içinizden kim alır, dedi. Hiç biri Maytere’ye ses çıkarmadı. Maytere, yedi kişiden birinin elinden tutarak kadına getirdi. Kadının yanına getirilen kişi şöyle dedi: Bu kişinin sureti, ruhu başka ve kokusu dayanılmaz. Maytere diğerini getirdi. O da aynı şeyleri söyledi. Üçüncü kişi ise süratle kaçtı ve saklandı. Bu arada Ülgen geldi. Diğer dört erkekten birini Targın Nam diye isimlendirdi. Ülgen, Targın Nam’ın iki tarafından kaburga kemiklerinden tutarak kadını yarattı.

Erlik tarafından canlandırılan kadın ve ondan üreyenler, Maytere tarafından iki deniz arasında bulunan ve güneş ve ay görmeyen bir yere hapsedildi…

İnsanlar Erlik tarafından kandırıldıktan sonra, bu suçlarında dolayı Maytere onları “Aruun Sudun”dan dünyaya kovar. Bu arada onlar artık Aruun Sudun’daki nitelikleri taşımazlar. Şun andaki niteliklerle cezalandırılırlar; çeşitli hastalıklar, kadınların doğurması vs.”

Radlof’un derlediği Altay yaratılış mitinde de benzer unsurlar bulunur. Tanrı dünyayı yarattıktan sonra, bir ağaç görür.

Dalsız budaksız bir ağaç bitmişti. Bu ağacı Tanrı gördü ve “dalları olmıyan ağaca bakmak hoş bir şey değil; buna dokuz tane dal bitsin!” dedi. Ağaçta dokuz dal bitti. Tanrı yine şöyle dedi: “dokuz dalın kökünden dokuz kişi türesin ve bunlardan dokuz ulus olsun!””

Daha sonra Erlik, tanrının yarattığı insanları, hayvanları, kuşları görür, onun gibi yaratmak ister. İnsanların bir tarafındaki meyveyi yiyip diğer tarafındakilere dokunmadıkları bir ağacı görünce, bunun sebebini sorar. O tarafı tanrının yasakladığını öğrenince, bekçi yılanın ağzına girip Törüngey’i ve karısı Eje’yi meyveleri yemeleri konusunda kandırır. Yedikleri anda tüyleri dökülür, utanırlar.

Geri dönen tanrı, herşeyi öğrenir. Eje’ye kendi yaratıcılık vasfını yükleyerek, onu insan doğurmak, doğum sancıları çekmekle cezalandırır. Tanrı, Törüngey’i Erlik’e uyduğu için, kendi aydınlık dünyasından mahrum edip yer altındaki karanlık dünyaya göndermekle tehdit eder. Erlik’i üç kat yerin altında karanlık dünyaya göndermekle cezalandırır. Maytere gelir, insanlara araba yapmayı, ot kökleri ve ısırgan otlarından yemek yapmayı öğretir. Mangdaşire de insanlara oltayla balık avlamayı, tüfek barut icat edip sincap vurmayı, hayvan beslemeyi öğretir.

Bu anlatılarda insanın toprak, kil, ağaç veya kamıştan, tanrı veya tanrının görevlendirdiği kutsal bir ruh tarafından, burnuna, kulağına üflenerek yaratıldığı anlatılır. Evrenin temel unsurları olan toprak, su ve ağaç insanın da özü olur. Bu mitlerde dikkati çeken en önemli unsur da, insanların uygarlaştırıcı bir kutsal ruh tarafından geçinebilmeleri ve beslenebilmeleri için eğitilmeleridir. Toplayıcılık ve avcılık en önemli geçim faaliyetleri olarak karşımıza çıkar.

Bu mitleri oluşturan toplumların kökleriyle ilgili fikir sahibi oluruz. Hayvanların ve bitkilerin onların hayatındaki rollerinin salt gerçek dünya bazında değil mitolojik düzeyde de işlendiğini görürüz.

İlk insanın yaratılışıyla ilgili bir başka metin de on beşinci yüzyılda Türk-Memluk kaynaklarında geçer. Aybek ed-Devadarî’nin tarih kitabında, hicrî 211 yılında Ulu Han Ata Bitikçi adlı Türkçe kitabın, Farsça tercümesinden alındığı belirtilmiştir. Efsaneye göre ilk çağlarda yağmurdan oluşan seller Karadağcı denilen dağdaki mağaraya çamur sürükler.

Bu çamurlar mağaradaki insana benzeyen yarıklara dökülür. Su ve toprak yarıkta dokuz ay kalır, rüzgâr eser, güneşin ısısı (ateş) pişirir. Erkek, güneşin çok sıcak olduğu saratan (yengeç) burcunda, kadın ise yaz sonunda güneşin sıcaklığını yitirdiği sünbüle (başak) burcunda meydana gelir. Erkeğin adı Ay Atam, kadının ise Ay-va’dır. İkisi evlenirler, dünyaya kırk çocuk gelir.

Bunlar birbirleriyle evlenip çoğalırlar. Anne ve babaları ölünce çıktıkları mağaraya gömüp ağzını altın kapıyla kapadılar, çiçekler koydular. Bu metinde özellikle evrenin, dünyanın dört unsurdan oluşmasıyla bağlantılı olarak insanın da bunlardan meydana geldiğ anlatılmıştır. İslâmî kültür çevresinde son derece tabiatçı bir bakış açısıyla yaratılış açıklanmıştır.

Ayrıca ataerkil düşüncenin etkisiyle kadının eksik olduğu, çünkü onun tam yaratılabilmesi için mevsimin, sıcaklığın yeterli olmadığı vurgulanır. Tek tanrılı dinlerde karşımıza çıkan Adem ve Havva’dan çoğalan insanlar motifi de burada yer almıştır.  Ayrıca Verbitski ve Radlof’un metinlerinde insana etik değerler yüklenirken bu metinde böyle bir unsura rastlamıyoruz. Önceki metinlerde iyilik ve kötülük ayrımı yapılmış, gökyüzü, tanrı ve kutsal ruhlar iyi, yer altı ve Erlik kötülüğün temsilcisi olmuşlardır. Ayrıca insana iyi ve kötüyü tercih etme hakkı verilmiştir.

Radlof’un Altay’da Lebed Tatarlarından derlediği yaratılış mitinde, kadının yaratılmasına şeytan sebep olmaktadır.

Tanrı önce yeryüzünde tek başına yaşayan insan yarattı. Bu insan erkek idi. Bir gün Tanrı’nın yarattığı erkek uyurken şeytan onun göğsüne bastı. Bunun üzerine erkeğin kaburgalarından bir kemik ayrılarak yere düştü. Bu kemik biraz daha uzayınca, bundan kadın meydana geldi.” Ataerkil düşüncenin hakim olduğu bu anlatıda erkeği tanrı, kadını ise şeytan yaratmıştır.

Radlof’un Altay’da Kara Orman Tatarlarından derlediği yaratılış mitinde de benzer bir anlayış hakimdir.

Evvel zamanda büyük Payana insan yaratmıştı. Fakat insana can (ruh) veremiyordu. O, can istemek maksadıyla büyük Kuday’a gitti. Köpeğe de şöyle dedi: Sen burada dur, havla ve dikkatli ol! Köpek orada kaldı. Bunun üzerine Erlik gelerek köpeği kandırmak maksadıyla konuşmaya başladı: Senin kılların yok, ben sana onların altın olanlarını vereceğim. Sen de bana bu cansız insanı ver, dedi. Köpek altın kılları elde etmek için insanı ona verdi. Erlik ise insanı baştan aşağı tükrüğe boyadı. Kuday can vermek için geldiğinde Erlik kaçtı. Kuday tükrüklü insana baktı, fakat onu temizleyemedi ve ters çevirdi. Bu yüzden tükrük insanın içinde kaldı. Sonra Kuday köpeği döverek şöyle dedi: Köpek, sen fena olacaksın! İnsan sana ne isterse yapsın, seni dövsün, öldürsün, sen tamamıyla bir köpek olacaksın, dedi.

İnsan, tanrı tarafından yaratıldığında temizdir, fakat Erlik insanın ruhunu kirletir. İnsanın iç dünyası kötüdür, kirlidir şeklindeki düşüncenin temeli, yaratılışta, kökende, Erlik’e bağlanarak izah edilmiştir.

Bu mit, İstanbul’da ve Erzurum’da derlenen iki efsaneyle olay örgüsü açısından benzer unsurlara sahiptir. Sadece Kuday ve Erlik yerine Allah ve Şeytan diye adlandırılan şahıs kadrosuyla farklılık gösterir.

Uno (Harva) Holmberg’in yayınladığı bir Yakut efsanesinde, ilk insanın yaratılışı şöyle anlatılır:

Tanrı dünyayı yarattıktan sonra, içinde yedi taş insan suretinin bulunduğu taştan büyük bir ev yapar. Bu kez Adam insan suretlerine bekçilik için bırakılır. Şeytan çıplak olan Adam’a yırtılması mümkün olmayan bir elbise vereceğini söyleyerek onu kandırır ve suretlere yaklaşır. Bunun üzerine onlar kirlenir ve toprak haline gelir. Daha sonra tanrı yaptığı suretlere bakmaya gelince durumu görür ve bekçiyi azarlayıp bir köpeğe dönüştürür. Yarattığı suretlerin de içini dışına çevirir ve onlara ruh üfler.

Yine Holmberg’in verdiği bir Altay anlatısında ilk insanlar şöyle yaratılmıştır:

“[T]anrı Ülgen, etleri için toprağı, kemikleri için taşı kullanarak ilk olarak erkeği sonra da onun kaburga kemiğinden kadını yaratır. Onlara ruh verebilecek birini aramak üzere bulunduğu yeri terk eder ve söz konusu çifti beklemesi için tüysüz bir köpeği yoktan var eder. Ancak Erlik’in dışkısını yiyen köpek tüylerle kaplanınca, Şeytan’ın yaratılan ilk çifte yaklaşmasında mahzur görmez. Şeytan, bir kamış boruyu anüsten sokarak uyumakta olan çiftin içine ruh üfler. Ülgen geri döndüğünde, insanları yalnız görünce, yeni bir insan yaratıp yaratmadığından şüphelenir. Böylece düşünürken bir kurbağa ortaya çıkar ve bu mahluklar için (kötü ruha sahip olmalarından dolayı) kendisini sorumlu hissetmemesini, onlara yaşamak ve ölmek hususunda karar hakkı tanımasını söyler. Bunun üzerine Ülgen onlara yaşama izni verir.

Buraya kadar özetlenen veya alıntı yapılarak aktarılan metinlerde, insanın topraktan yaratılması, tanrının ona üfleyerek ruh ve hayat vermesi, kadının erkeğin kemiğinden yaratılması, insanla ağacın tanrı katında yer almaları, kötü ruh olan Erlik tarafından insanların aldatılması, tanrının sözüne uymamaları, tanrının katından kovulmaları, Kitab-ı Mukaddes’le benzerlikler taşımaktadır.

Yine de Altaylılardan derlenen yaratılış mitolojilerinde sadece insan türünün değil, insan soylarının çeşitli şekillerde yaratılışları da anlatılmıştır. On dokuzuncu yüzyılda derlenen bu metinlerde, pek çok kültürden, inanıştan etkilenen Şamanlığın içinde, tek tanrılı dinlerin olduğu kadar, Hint inanışlarının etkisinin bulunması normaldir.  

İlk insan Âdem’in yaratılışı, İslâmî anlatılarda, Kur’an’ın çeşitli âyetlerinde, hadislerde yer alır. Bu unsurlarla Altay ve Yakut anlatıları arasında benzerlikler bulunur. Özellikle Âdem’in kaburga kemiğinden Havva’nın yaratılmasında olduğu gibi. Bu durum Hıristiyanlık ve İslâmiyet’in Şamanlığa etkisi olarak yorumlanır. Fakat bu durum tersi de olabilir.

Hadislerde, Allah, Âdem’i yaratmak için gerekli olan toprağı almak üzere dünyaya, önce Cebrail’i, sonra da Azrail’i gönderir. Azrail’in getirdiği çeşitli renklerdeki toprak, su ile karıştırılıp kırk yıl bekletilir, sonra da Allah ona başından ruh üfler. Orta Asya’daki çeşitli topluluklardan derlenen mitolojik anlatılarla Ebulgazi Bahadır Han’ın Şecere-i Terƒkime adlı eserinde Âdem’in yaratılmasıyla ilgili bölümde benzerlikler görülür.

Yüce Tanrı meleklere, “topraktan insan yapıp can vererek yeryüzünde kendi yerime halife bırakacağım” deyince melekler, “Onlar yukarıdaki döşek ile aşağıdaki döşeği zabt edemezler (gökyüzünü ve yeryüzünü tutamazlar). O yüzden sana asi olurlar, yoktan yaratman daha iyidir” dediler. Yüce Tanrı “siz benim bildiğimi bilmezsiniz, gidin topraktan bir kişinin suretini yapın” dedi.

Azrail aleyhisselam Tanrı’nın emriyle yeryüzündeki her türlü topraktan alıp Mekke-i Muazzama ile Taif’in arasında toprağı balçık haline getirip Adem’in şeklini yaptılar.

(Aradan) birkaç yıl geçtikten sonra Yüce Tanrı ona can verdi ve bin yıl bu dünyada durdu. Adem Arapça’dır. Arap(lar) deriye adem der, her şeyin dışına deri derler. Melekler toprağı, yeri kazıp içinden almadılar, dışında alıp Adem’in şeklini yaptılar. Onun için Adem dediler. Onların cennete gidenleri, oradan çıkanları ve yeryüzündeki yaşayanlarının hikâyeleri halk içinde meşhurdur (halk arasında bilinir). Onun için anlatmadık.”

Bu alıntıda yer alan, tanrının insan yaratıp yeryüzüne kendisinin temsilcisi olarak bırakmak istemesi, insanın topraktan ve sudan (balçıktan) yaratılması, tanrının ona can vermesi, toprağın yüzüyle, insanın derisinin vurgulanması Şaman inanışlarını yansıtan Altay ve Yakut anlatılarıyla benzeşir.

Hun, Göktürk ve Uygurların türeyişleriyle ilgili anlatılarda ise özellikle hayvan, ağaç, dağ ve ışık unsurlarının önemli bir yere sahip olduğu görülür.

HAYVAN ATA/ANA

Çin kaynaklarında, sonradan Göktürk ve Uygur devletlerini kuracak olan Kao-çıların kurttan türeyişiyle ilgili efsane şöyledir: “Kao-çı Kağan’ının çok akıllı iki kızı varmış. (Bazı kaynaklar üç kızı vardı, diyorlar). Bu kızlar o kadar akıllı ve o kadar iyi imişler ki, babaları şöyle bir karara varma zorunda kalmış.

Kağan demiş ki: “Ben bu kızları, nasıl insanlarla evlendirebilirim! Bunlar o kadar iyi ki, bu kızlar ancak Tanrı ile evlenebilirler!” Bunu diyen Kağan, kızlarını alarak götürmüş ve bir tepenin başına koymuş. Burada kızları, Tanrı ile evlensinler diye beklemiş. Kızlar bu tepede Tanrıyı bekleye durmuşlar.

Aradan epey zaman geçmiş. Ama ne Tanrı gelmiş ve ne de onlarla evlenmiş, Kızlar böyle bekleşe dururlarken, tepenin etrafında, ihtiyar ve erkek bir kurt görünmüş. Kurt, tepenin etrafında dolaşmağa başlamış ve bir türlü de, orasını bırakıp gitmemiş. (Küçük) kız kurdun bu durumunu görünce şüphelenmiş ve kardeşine:

“İşte bu kurt Tanrının ta kendisidir. Ben inip, onunla evleneceğim,” demiş. Kardeşi, gitme diye ısrar etmiş ama, kız dinlememiş.

Tepeden inerek kurtla evlenmiş ve bu suretle Kao-çı halkı, bu hükûmdarın kızı ile kurttan türemiş.” Ögel, bu metinde yer alan kurdun erkek, diğer Göktürk efsanelerinde ise dişi olduğunu belirtir. Kutsal bir dağda türeyişin gerçekleşmesi unsurunun da ortak motif olduğunu yazar.

Göktürklerin türeyiş efsanelerinde kurdun koruyucu ve doğurucu bir işlev üstlendiği, mağaranın ise türeme yeri olduğu anlaşılır. Chou sülâlesinin resmî tarihinde yer alan, Göktürklerin birinci türeyiş efsanesi şöyledir: “Göktürkler (T’u-chüeh), eski Hun’ların (Hsiung-nu) soylarından gelirler ve onların bir koludurlar. Kendileri ise, A-şi-na (A-shih-na) adlı bir aileden türemişlerdir. (Sonradan çoğalarak), ayrı oymaklar halinde yaşamağa başladılar.

Daha sonra Lin adını taşıyan bir memleket tarafından mağlup edildiler. (Mağlûbiyetten sonra Göktürkler), bu memleket tarafından, soyca öldürüldüler.

(Tamamen öldürülen Göktürkler içinde), yalnızca on yaşında bir çocuk kalmıştı. (Lin memleketinin) askerleri, çocuğun çok küçük olduğunu görünce, (ona acımışlar ve) onu öldürmemişlerdi. Yalnızca çocuğun ayaklarını kesmişler ve bir bataklık içindeki otlar arasına bırakarak (gitmişlerdi).

(Bu sırada) çocuğun etrafında dişi bir kurt peyda oldu ve ona et vererek (çocuğu) besledi. Çocuk, bu şekilde büyüdükten sonra da, dişi kurtla karı-koca hayatı yaşamağa başladı. Kurt da çocuktan bu yolla gebe kaldı.

(Göktürkleri mağlub eden ve hepsini kılıçtan geçiren Lin memleketinin) kıralı, bu çocuğun hâlâ yaşadığını duydu ve onun da öldürülmesi için askerlerini gönderdi. Çocuğu öldürmek için gelen askerler, kurtla (çocuğu) yanyana gördüler. Askerler kurdu öldürmek istediler. Fakat kurt (onları görünce) hemen kaçtı ve Kao-ch-ang (Turfan) memleketinin kuzeyindeki dağa gitti. Bu dağda, derin bir mağara vardı. Mağaranın içinde de büyük bir ova bulunuyordu. Ova, baştan başa ot ve çayırlarla kaplı idi. Çevresi de birkaç yüz milden fazla değildi. Dört yanı, çok dik dağlarla çevrili idi. Kurt, kaçarak bu mağaranın içine girdi ve orada on tane çocuk doğurdu.

Zamanla bu on çocuk büyüdüler ve dışarıdan kızlar getirerek, onlarla evlendiler. Bu suretle evlendileri kızlar gebe kaldı ve bunların her birinden de bir soy türedi. (İşte Göktürk devletinin kurucularının geldikleri), A-şi-na ailesi de (bu On-boy’dan) biridir.

Onların oğulları ve torunları çoğaldılar ve yavaş yavaş yüz-aile haline geldiler. Bir kaç nesil geçtikten sonra, hep birlikte mağaradan çıktılar. Ju-ju’lara (yani Juan-juan devletine) tabi oldular. Altay (Chin-shan) eteklerinde yerleştiler. Bundan sonra da Juan-juan Devletinin demircileri oldular…”

Çin kaynaklarında, Büyük Hun Devleti’nde kutsal bir ata mağarasının bulunduğu yer alır. Göktürklerde de ata mağarasının bulunduğu yine Çin kaynaklarında tespit edilmiştir. Ögel, Kırgızların, kendilerini kurttan türeyen Türklerden ayırmak için ilk atalarının ata mağarasında bir inekle yaşadığını ve Kırgızların bu ilk ata ile inekten türediklerini anlatan efsaneden bahseder.

Göktürklerin ikinci türeyiş efsanesinin birincisinden farkı, düşmanların geldiğini önceden haber alan kutsal bir ruha sahip olmasıdır.

Chou sülâlesinin resmî tarihinde yer alan, Göktürklerin üçüncü türeyiş efsanesi, Göktürklerin tarihi gibidir. Diğer efsanelerde olduğu gibi Göktürklerin ataları olan on sekiz kardeşten İ-ci Ni-su-tu adlı olanı kurttan doğmuştur. İ-ci Ni-su-tu, yağmuru yağdırmak, rüzgâr estirmek gibi olağanüstü güçlere sahiptir.

Bir Kırgız efsanesinde ise avcı doğan kuşundan hamile kalma yer alır: “Kırgız kabilelerinden birinin bir atası ve bu atanın da üç karısı varmış. Bu üç kadından en küçüğü, gece uyurken bir rüya görmüş. Çadıra bir avcı doğan gelmiş ve yatağının etrafında uçarak dolaşmış. Sonra da nasıl olmuşsa gebe kalmış. Bu kırgız kabilesini idare eden reislerin hepsi de, bu küçük kadının soyundan gelirlermiş.”

Seroşevski’nin Yakutlardan derlediği bir efsanede kartaldan türeyiş anlatılmıştır. Efsanenin özeti şöyledir:

Yakut Türklerinin inanışlarına göre şamanlar, yer yüzüne bir kartal tarafından getirilirlerdi. Onlara göre, şaman olacak bir çocuğun ruhu, çocuk daha doğmadan bir kartal tarafından yenirdi. Bu ruhu yiyen kartal, bundan sonra güneşli bir bölgeye göç ederdi. Ortası büyük bir çayırlıkla kaplı olan bu bölgede, güneşin ışıkları solmaz ve her zaman pırıl pırıl parlarmış. İneklerin ilk defa süte geldiği yer de, yine bu çayırlık alan imiş. Tam bu çayırların ortasında ise, kırmızı bir çam ile, bir gürgen veya bir de kayın ağacı varmış. İşte bu kartal, bu ağaçların üzerine gelir ve yumurtasını bıraktıktan sonra gidermiş. Yumurta, bir süre ağaçların üzerinde kaldıktan sonra yarılır ve içinden bir çocuk çıkarmış. Ağaçların altında da bir beşik bulunurmuş. Çocuk, yumurtadan çıkar çıkmaz, hemen bu beşiğin üzerine düşer ve orada büyümeğe başlarmış.

Yakutların inanışına göre, iyi şamanlar kırmızı çam üzerindeki yumurtadan; kötü şamanlar ise, gürgen ağacı üzerindeki yumurtalardan çıkarmış. Yumurtadan çıkan bu şamanlar, tabii olarak hayatları süresince, “Kartal-Ana”ları tarafından korunurlarmış. Bu kartal, onların her işlerinde büyük yardımcı olurmuş.” 

Burada hayvan ana olarak görülen kartalın yanında, ağaçlar da önemli görev üstlenirler. Çocukların yumurtadan çıktığı yer olduğu için ağaçlar, âdeta ikinci annelik yaparlar.

Hayvanlarda türeme sadece Türklerde değil, onlara yakın olan diğer topluluklarda da görülür. Meselâ proto-Moğolların, köpek ve domuz ataları vardır. Cengiz Han’ın ataları, dişi beyaz geyikten türerler. Macar kralı Almos’un annesinin doğan’dan hamile kaldığı anlatılır.

Türkler arasında hayvan türemeyle ilgili mit, efsane ve inanışların tespit edilmesi, Türklerin totemizme inandıkları yolunda yorumlara da yol açmıştır. Totemizm olabilmesi için, bir hayvandan, bitkiden hatta buluttan türemenin yanında, o toplum için toplumsal organizasyonda model olması, örnek alınması da gerekmektedir. Ayrıca, totemizmde bireyden bireye değil, boylar ve türler arasında bir ilişki kurulur; totem koruyucu rol oynar. Hayvana tapma görülür. İkinci derecede önemli noktalar ise aynı totemden olanların evlenememesi, yani dış evliliğin ve totemi öldürmenin, yemenin yasak olmasıdır. Bütün bu şartlar, Altaylarda belli oranlarda görülebilmektedir. Fakat sonuçta Altaylıların totem inanışını bastırmaya çalıştığı da görülmüştür.

AĞAÇ ATA/ANA

Ağaçlar, hem dünyanın eksenini oluşturmak hem de türenilen ata/ana olmak açısından kutsallığa sahiptirler. Bir Çin kaynağında yer alan, Uygurların türeyiş efsanesinde de bunu görürüz:

Barçuk-Art Tigin, bir “Iduk-Kut”dur. Turfan’(daki Uygur devletinin Kağanlarına) “Iduk-Kut” derlerdi. Onların ataları da, eski Uygurların yerlerinde otururlardı. (Uygurların bu eski yurtlarında), Kara-Korum adlı bir dağ vardı. Bu dağdan iki nehir çıkardı. Bu nehirlerden birine Selenge ve diğerine de tola adı verilirdi. Bir gece, bu iki nehir arasındaki bir ağaç üzerine kutsal bir ışık inmişti.

Halk bu ışığı görünce (hemen toplanmış) ve bu ağacı beklemeğe başlamışlardı. (Bu ışık indikten sonra) ağaçta bir şişkinlik peyda olmuş ve ağacın gövdesi, tıpkı gebe bir kadının karnı gibi şişmişti. Gökten ışığın inmesi durmamış ve her akşam devamlı olarak (ağacın üzerine) inmeğe başlamıştı. Dokuz ay ve on gün geçtikten sonra, ağaçtaki bu şişkinlik çatladı ve (ağaçtan), tıpkı dünyadaki insanlar gibi beş çocuk doğdu. Bu çocuklardan en küçüğünün adı Bögü-Han idi.

Kendisinin çok yüksek bir kişiliği vardı. Memleketini çok iyi idare edebiliyor ve ayrıca ziraat işleri ile de meşgul oluyordu. Bu suretle kendisi Uygurların Kağanı oldu. Kendisinden sonra gelen 30 dan fazla soyu da, Uygurların başında kaldılar.” 

Metinde görülen gökten ışık inmesi, Uygurların Bögü-Kağan zamanında (M.S. 763) kabul ettikleri Mani dini etkisiyle yer almaktadır. Şamanizm’de de gökten ışık inmesiyle ilgili motiflere rastlanır. Cengiz Han’ın atalarından Alan-Koa’nın da üzerine ışık inerek onu hamile bırakmıştır. Fakat burda önemli olan husus, ağacın tarımla birlikte önem kazanmasıdır. Metinde ağaçtan doğan Bögü Kağan’ın tarımla uğraştığı belirtilmektedir. Burada ağacın annelik görevi üstlenmesi, hem ağacın hem de doğuran kadının, tarım toplumlarındaki yeriyle ilgili bir kutsallık söz konusudur.

Altay ve Yakut Türklerinde kayın ağacı kadar karaçam da önemlidir. Yakutların Er Sogotoh destanında ağaçtan türeme motifi görülür.

İlk insan (herhalde Âdem), nereden geldiğini düşünmüş ve bu konuda gün geçtikçe kafasını yormağa başlamış. Nasıl doğdum, nasıl dünyaya geldim diye, hep düşünür gezermiş. Artık bir gün kendi kendine şöyle söylenmeğe başlamış: “-Eğer gökten düşseydim, o zaman kar ve buzla örtülü ve buzdan bir adam olurdum. Güney, kuzey, doğu veya batı yönlerinden birinden gelseydim, o zaman ben de ağaç ve çayırların izleri ve bunlar da rüzgârla uçuşurdu. Yok yerin en derinliklerinden gelseydim, elbetteki o zaman çamur ve toz içinde kalırdım!” İlk insan işte böyle düşüne düşüne kala kalmış. En sonunda şu karara varmış. Demiş ki, beni doğursa doğursa, yine Büyük Ana Kübey Hatun doğurmuş olmalıdır. Çünkü onun içinde bulunduğu ağacın göğsünden sütler akar. Bu sebeple ilk insan Hayat ağacının karşısına gitmiş ve şöyle demiş: “Beni doğuran ana sen olmalısın! Beni yaratıp meydana getiren sen olmalısın!” Ağaç ilk insana, ilk insan da ağaca bakmış ve sonunda adam, bu ağacın kendi annesi olduğunu anlamış ve şöyle demiş: “Ben yetim bir çocuk iken, sen beni büyüttün! Ben küçük bir çocuk iken, sen beni adam ettin!

Oğuz Kağan destanında da, Oğuz Kağan’ın ikinci karısı bir ağaç kovuğunda onun karşısına çıkar. Ondan doğan çocuklara da yerle ilgili isimler verilir.

DAĞ ATA/ANA

Türeyişle ilgili anlatılarda dağ ve mağara unsurunun birleştiği görülür. Mağara, ana rahmi işlevi üstlendiği için dağ da doğurganlık özelliği kazanmış olur.

Ayrıca Altay’da dağla akrabalık bağı kurulduğuyla ilgili tespitler yapılmıştır. Altaylı Çabatların kendilerinin dağdan çıktıklarına inanırlar, dağla soy arasında kan akrabalığı kurulur. Potapov, bu şekilde yapılan dağ kültü açıklamalarının, totemizme dayandırıldığını belirtir. Potapov’a göre, bu konuya soylardaki mülk anlayışıyla bakmak gerekir: Soy dağı, hem soyun koruyucusu hem de soya bağlı toprağın, memleketin yansımasıdır. Stenberg ise dağ kültünün oluşumunu yağmurun oluşum sürecine bağlar. Çünkü, göğe ulaşan dağın zirvesinde bulutlar toplanır, şimşekler çakar. Böylelikle çiftçilikte üretim için gerekli olan yağmur yağar. Dağ kültü, böylelikle totemik izler, üretim ve mülkiyet ilişkileriyle açıklanmış olur.

Türk Memlük türeyiş anlatısında Ay Atam ve eşi Ay-va, Karadağ’daki bir mağarada insan hâline gelirler. Öldükleri zaman da çocukları, onları bu dağdaki mağaraya yerleştirirler. Dırenkova’nın yayınladığı bir Şor anlatısında, Alaş ve Palaş, Kobıy soyunun ataları olduğu, onların Ordo Dağı’ndan çıktıkları anlatılır.

Dağ, dünya ağacının değişik bir şeklidir. Kozmik yapının da eksenidir. Bu yüzden yaratıcı bir enerjiyi de içinde barındırır.

BABASIZ TÜREME

Türk ve Moğol mitolojisinde babasız türemeyle ilgili anlatılar, Hıristiyanlık’ta bakire Meryem’den doğan İsa’nın tanrının oğlu kabul edilmesiyle ilgili inanışlarla bağlantılıdır. Aslında babasız türemeyle vurgulanan olağanüstü kahramanın olağanüstü doğumudur. Böylelikle bu kahramanın ruhu tanrısal bir kaynağa dayandırılmaktadır. Onun yaptıkları da insan üstü bir güçle izah edilmiş olur.

Tölös, Mundus ve Koçkar-Mundus boylarının türeyişinin anlatıldığı Altay efsanesinin özeti şöyledir: Büyük bir savaştan kaçan bir kız canını kurtarmak için bir yurda sığınır. Burada birisiyle evlenir fakat gebe olduğu anlaşılır. Kiminle evli olduğu, çocuklarının babasının kim olduğu sorulunca da şunları söyler: 

“Savaştan sonra, annem ve babamdan ayrı düşmüş ve bozkırlarda yürümeğe başlamıştım. Her tarafı dolaşıp, yiyecek bir şey arıyordum. Ama hiç bir şey de bulamıyordum. İşte tam bu sırada gökten büyük bir yağmur boşandı ve her taraf su içinde kaldı. Bunu görünce, ben de kendimi korumak için hemen bir yere saklandım. Az sonra yağmur durmuştu. Tam bu sırada yerde bir buz parçası gördüm. Bu buz da, yağmur ile beraber yere düşmüştü. Buz yuvarlanıp da yanıma gelince, buzu aldım ve elimle kırdım. Baktım ki, içinde iki tane buğday tanesi var. Karnım da zaten iyice açıkmıştı. Bu buğday tanelerini ağzıma attım. Taneleri ağzıma atınca, karnımda birden tuhaf bir şeyler hissettim. Sanki karnımda iki çocuk var gibiydi.” 

Kadının yeni kocasından da bir oğlu olmuş. Kadının buz parçasındaki tanelerden olan iki çocuğunun adı, Koçkar-Mundus ve Mundus olmuş. Koçkar-Mundus adı, koçu başından ikiye ayıracak derecede güçlü olduğu için ve Mundus adı da, Buz-Han’ın neslinden sayıldığı için verilmiştir. Öbür çocuk ise deveyi güttüğü, deveye töö dendiği için Tölös adını almıştır.

YAKUT TANRILARI

Antropogonik anlatıların dışında teogonik (tanrılar sistemi) yapı içinde de annelik işlevi üstlenen çeşitli tanrılar, kutsal ruhlar da bulunur. Yakutlara göre Uluu Suorun Toyon, insana can verir. Şaman olacak insanları da tayin ettiğine inanılır. Cılğa Haan Toyon ve Tanha Haan Toyon, insanın doğmasından itibaren kaderine hükmederler ve yazarlar. Ayııhıt (Ayııhıt Hotun) ve İeyehsit, çocukların doğmasını, hayatın devam etmesini, iyi davranmayı sağlarlar, insanlara akrabalık bağı verirler. Bunlar Ana Maygıl, Ak Ene, Umay adlarıyla anılan ruhlar gibi, doğumu kolaylaştıran, bebek ve anneyi Albıs, Al Karısı’ndan koruyan ruhlardır.

ANA MAYGIL, AKENE

Akene (Ak Ana) adlı tanrı, Verbitskiy’nin derlediği Altay Yaratılış Miti’nde geçmektedir. O, tanrı Ülgen’e yaratma ilhamını veren bir tanrıdır:

Bir Ak-Ana (Ak-Ene) var idi, yaşardı su içinde,

Ülgen’e şöyle dedi, göründü su yüzünde:

-Yaratmak istiyorsan, sen de bir şeyler Ülgen,

Yaratıcı olarak, şu kutsal sözü öğren!

De ki hep, “Yaptım oldu!” Başka bir şey söyleme!

Hele yaratır iken, “Yaptım olmadı!” Deme!

Ak-Ana bunu dedi, sonra kayboluverdi,

Denize dalıp gitti, bilinmez noluverdi.”

Ana Maygıl ise ulusu koruyan bir dişi ruhtur; ulus anası da denir.

UMAY

İnsanın doğumu ve büyümesiyle ilgili Umay adlı bir ruhtan bahsedilir. Bunun ilk izlerine Orhun Âbideleri’nde rastlarız. Umay, Kül Tigin Âbidesi’nin doğu cephesinde, doğum ve büyümeyle ilgili olarak şu şekilde geçer:

Umay teg ögüm òatun òutıija inim Kül Tigin er at buldı.” “Umay gibi annem hatunun devletine, küçük kardeşim Kül Tigin er adını aldı.” 

Burada Kül Tigin’in, yararlı bir iş, yiğitlik yapıp erginlik adını alana kadar Umay tarafından korunduğundan bahsedilmektedir.

Divânü Lugâti’t-Türk’te ise bu kelimenin anlamı şu şekilde verilmiştir: “Doğum yaptıktan sonra kadının rahminden çıkan bir şey [plasenta]; bu bir keseye benzer ve “çocuğun rahimdeki eşi” olarak adlandırılır. Şu atasözünde geçer.

Umƒyqa tapınsa ogul bulūr: umƒy’a tapan kimse çocuk sahibi olur. Kadınlar bunu iyi bir alamet olarak kabul eder.

Türkler arasında, doğumda bebekle birlikte gelen plasentaya, son, eş denir. Kazak, Kırgız kadınları da toplu bir şekilde gidip plasentayı gömer ve etrafını tütsülerler. Yakutlar bu nesneye saygı gösterirler. Yakutlarda Umay, “Imı” şeklinde, talih kuşunun adı olarak kullanılır. Umay’ın doğum ve koruyuculukla ilgili işlevlerini ise “Ayısıt” dedikleri ruhlar üstlenmişlerdir. Bu ruhlar, yaratıcı, bereket, refah sağlayan dişi ruhlardır. Bazıları insan yavrusunu ve loğusa kadınları, bazıları ise hayvan yavrularını ve dişi hayvanları korurlar. Yakutlar, Ayısıtların etraftaki dağınık hayat unsurlarını “kut” haline getirip anne karnındaki çocuğa üfleyerek can verdiğine inanırlar.

Kuğu kuşlarını da Ayısıtların timsali saydıkları için onlara dokunmazlar. Yakutlara göre Ayısıtlar, gökten, gümüş tüylü beyaz kısrak şeklinde inerler. Kısır kadınlar, çocuklarının olması için Ayısıtlara dua ederler; genç kızlar ise Ayısıt adına “tangara”, put yapıp karyolalarının altında saklarlar. Hamile kadının doğumu yaklaştığında evin temiz olmasına dikkat ederler, komşu çocukları ve yavru hayvanları sever, onları doyururlar. Ayısıtların geldiğinde herkesin güler yüzlü, şen ve tok olması gerektiğine inanırlar. Son, eş, plasenta, Yakut kadınlarına göre Ayısıtları temsil eder ve çocuklarının olması için ona taparlar.

Erzurum’da doğumdan sonra eş, son, insanın ayağı basmayan, ıssız, temiz yerlere gömülür, suya atılır, kuyuya bırakılır, eşik üzerine konur. Çocuğun ileride olması istenen karakter veya mesleğe göre hem eş hem de göbek bağı ev, okul, cami bahçesine, ahır gibi yerlere gömülür. Çocuğun ileride evine bağlı birisi olması isteniyorsa evin bahçesine, okuması isteniyorsa okul bahçesine, dini bütün birisi olsun isteniyorsa cami bahçesine, iyi bir çiftçi, hayvan yetiştiricisi olması isteniyorsa ahıra gömülür.

Türkiye’de başa kuş konması veya pislemesi uğurlu sayılır. Başa devlet kuşu, Huma kuşu kondu tabiri de yine Umay kültüyle bağlantılıdır. Umay’ın bir kuş gibi düşünüldüğü Orta Asya’da da aynı inançlar görülür. Doğumdan sonra yemek verilmesi, “doğum aşı dökülmesi” de Umay’a verilen kanlı, kansız kurban törenlerinin bir kalıntısıdır.

ALBIS, AL KARISI

Geniş bir coğrafyaya yayılmış Türkler arasında Al, Al Karısı, Albastı, Albas, Albis, Almis, Albız, Almıs adlarıyla tanınan bu kötü ruh, loğusa kadını ve bebeği öldürüp ciğerini suda yıkayıp yemek ister.

Kırgız, Kazak ve Başkurtlara göre Kara Albastı ve Sarı Albastı vardır. Sarı Albastılar, hoca, baksı, şamanların dualarıyla insanlardan uzaklaştırılır. Bunlar hoppa ve şarlatan diye nitelendirilirler. İnsanlara dokunmayacağına söz vermesine rağmen ilk fırsatta zarar verirler. Kara Albastılar ise daha ciddi ve ağırbaşlı kabul edilir. Onlar ancak onu görebilen ocaklılardan korkarlar. Sarı Albastı, sarışın bir kadın, keçi, tilki şeklinde insanlara görünebilir. Lohusların ciğerini söküp suya atar, ancak baksı veya ocaklılar, onlara ciğeri yerine koymaya zorlayabilirler. Baksı elinde kopuzla albastıya şöyle büyülü sözler söyler:

Ey, albastı zalim,

Koy ciğeri yerine,

Zavallının canın iade et,

Sözümü tutmazsan,

Bana hürmet etmezsen,

Gözlerini çıkarırım…

Albastının tüfek sesinden, demirci ve ocaklı adamlardan korktuğuna inanılır. Demirci ve ocaklıların mendili veya külâhının bile Albastıyı korkuttuğu belirtilir. Ayrıca Doğu Anadolu’da, Alkarısı’nın erkek at, çelik ve mavi boncuktan da korkup kaçtığına inanılır.

 Kazan Türkleri arasında, Albastıların kullanılmayan ev ve çöllerde bulunduğuna, çeşitli şekillerde görünüp yolcuları şaşırttığına, insanları uykuda bastığına inanılır. Şamanlık inancına bağlı Tuba Urenha Türkleri, Albas adını verdikleri bu kötü ruhun, evlenmeyen bir kızdan türediğine, bunların kumsalda ve kayalıklarda bulunduğuna, keçi gibi ses çıkarttığına inanırlar. Altaylılar bu kötü ruha Almıs adını verirler. Onlara göre Almıs, Erlik’in hizmetçilerindendir.

Fergana Özbekleri, Albastının şeytan, dev, cinler ve perilerden farklı olduğuna, pejmürde, dağınık saçlı bir yaşlı kadın şeklinde insanlara göründüğüne inanırlar; loğusayı boğmaması için yalnız bırakmazlar. Yakut Türlerinin inanışlarında Albastıyı andıran Abası denilen ruhlar vardır. Bunlar İççi ve Ayı ruhlardan farklı olarak kötü ve obur ruhlardır; insanın kutunu (ruhunu) alıp götürürler.

Abdülkadir İnan’a göre, Al ruhu, tarihten önceki devirlerde, koruyucu Ateş kültü ile bağlantılıdır. Türkler eski devirlerden beri al bayrak kullanırlar ki bu da Al, Ateş kültüyle ilgilidir. Kazak ve Kırgızlar bayrak kelimesi yerine yalav kullanırlar, anlamı alevdir. Abdülkadir İnan, Altayca, Kırgızca alkamak (takdis etmek), Yakutlarda al ot (aile ocağı ateşi), Altay kam ilâhilerinde al ot (azametli ateş), bütün Türklerde alkış (tebcil, tebrik), alas, alazlama (ateşle arığlama âyini) kelimelerini, Al tanrısının, koruyucu ruh olduğuna örnek gösterir. Aldanmak, aldatmak, aletmek, allak bullak, alık gibi kelimeler de bu kutsal ruhun zayıflamasıyla ortaya çıkmıştır.

Al Karısının, erkeklerden ve erkeklikle ilgili bıçak, kılıç, tüfek atma gibi unsurlardan korkmasından hareketle, bu ruhun babaerkilliğe düşman olduğu da iddia edilmiştir.

Al Karısı, erkeklerin üstün olduğu babaerkil düzen içinde, erkeklerle uyumlu kadınlara ve onların meyveleri olan çocuklara düşman bir yer altı savaşçısıdır. Bu sebeple o, babaerkil düzenin yıprattığı bir doğaüstü varlığın günümüze gelmiş bir kalıntısıdır.

Albastının kadın olarak görülmesi, onun Ulu Ana, İlâhe Ana inanışından gelmesinin bir kanıtı olarak öne sürülmüştür. O, hem koruyucu hem de ölüm getiricidir.

Azerbaycan’da Hal ve Al adıyla kötü bir kadın ruhun, loğusa kadın ve bebeklere musallat olduğuna inanırlar.

Türk dünyasında olduğu gibi Türkiye’de de bilinen bu kötü ruhun, Alkarısı ve Karakura diye ayrıştığı belirtilir. Erzurum ve Erzincan’da Alkarısı’nın loğusalara değil atlara musallat olduğuna inanılır. Al basmasın diye Hakkâri’de yorgana iğne batırılır, loğusa yatağı yanına süpürge konur.

Bitlis’te Alkarısı’nın elinin bereketli olduğuna, yakasına iğne takılarak insanın yanında tutulup çalıştırılacağına inanılır. Eğer iğne çıkartılırsa Alkarısı kurtulur. Onun, bir su perisi olduğuna ve akarsu kenarlarında yaşadığına inanılır. 

Alkarısı, insanlara hizmet etmekten kurtulunca bir göle, akarsuya, kuyuya atlar, eğer arkasından kırmızı bir renk suyun üstüne çıkmazsa tekrar yer altındaki ruhlar tarafından kabul edildiğine, eğer tersi olursa onun diğerleri tarafından insanlara hizmet ettiği, üstüne insan kokusu sindiği için öldürüldüğüne yorumlanır.

Iğdır’ın Tuzluca ilçesinde yapılan bir derlemede, Al’ın dişi olduğu, erkeğine de Kaus dendiği tespit edilmiştir. Ayrıca Al, Gavur ve Müslüman diye ikiye ayrılır; Gavur Al, çocukları ıssız yere götürüp ya bir kayadan atıp öldürür ya da bırakı gider; Müslüman Al ise yakalanabilir ve sıkıntıya düşen insana yardımcı olur.

Ağrı, Van, Hakkâri, Muş ve Malatya çevresinde Alkızı, Alkarısı’nın ağıl, samanlık, su kenarları ve ıssız yerlerde bulunduğuna ve destursuz buralara girilmemesi gerektiğine inanılır.

Manisa’nın Karacaoğlanlı köyünde, kapının ağzına kazma kürek konur, bir şişin üzerine elma, portakal, üzerlik, çörek otu ve mavi boncuk, kırmızı kurdelayla bağlanır, loğusanın başına asılır.

Çukurova’da loğusanın yatağının altına soğan, ayna, tarak, ekmek, bıçak, hamayli koyarlar, loğusanın yüzünü kırmızı bir örtüyle kapatıp yatağına iğne takarlar. Loğusanın bulunduğu yerdeki suların, su kaplarının ağzı kapatılır. Alkarısı’nın kuş şeklinde gelip, suya boncuk atacağına, o sırada çocuğun öleceğine inanırlar.

Çukurova’daki Varsaklar arasında Al basarsa çocuğun ayyaş halini aldığına, kendinden geçtiğine inanılır. Bunu önlemek için de herkesin bir odun getirip atmasıyla ateş yakılır ve ayyaş aşı pişirilir. Ayrıca Al basan çocuğun ardıç ağacının kovuğundan geçirilirse bu durumdan kurtulacağına inanılır.

Alkarısı inanmalarına tıp ve psikoloji açısından bakıldığında ise doğum sonrası depresyonuyla ilgili olduğu görülmektedir. Loğusa kadının doğumda kan ve sıvı kaybı, mikrop kapması, doğum sonrasında çeşitli hastalıklara davetiye çıkarmaktadır. Buna sevgi, ilgi, destek görememe de eklenince doğum sonrası depresyonu oluşmakta, çeşitli sanrılar görülebilmektedir.

Loğusalık döneminde Alkarısı’yla kurulan iletişim ve yaşandığına inanılan olaylarla ilgili pek çok örnek de yayınlanmıştır.

ATEŞ, OCAK RUHU

Annenin doğum yapmasıyla ailenin temelini oluşturduğu düşünülürse, bazı Türk topluluklarında ailenin sürekliliğini temsil eden evin ocağının ruhunun, ateşin ruhunun dişil bir unsur olarak görüldüğü anlaşılabilir. Bazı topluluklarda ocak iyesi, erkek kabul edilir, hatta lohusa kadınların evin ocağına yaklaşması yasaklanır ama Altaylılarda ise ateş dişi bir ruh olarak kabul edilir.

Burada ateşin ruhunun önemini ve kutsallığını belirtmek için ateş ruhuna hitaben bir Şaman ilâhisinden bir bölüm vermek uygun olacaktır:

Otuz dişli ateş anam, kırk dişli kayın anam, gündüzleri bizim için çalışıp çabalıyorsun, karanlık gecelerde bizi (kötü ruhlardan) koruyorsun; gelenlerin başındasın; gidenlerin arkasındasın!… Orağa benziyen hilâl değişiyor, eski yıl gidiyor, yeni yıl geliyor. Ben de senin kurumuş ağzını (saçılarla) ıslatmağa geldim. Sen karanlık gecelerde genç kızlar gibi saçlarını dalgalandırarak oynayorsun, kırmızı ipekli kumaşlar sallayarak genç al kısrak üzerinde geziyorsun, aydın gecelerde masum çocuk suretine giriyorsun! Ulusun koruyucusu, sürülerimizin bekçisisin! Altın yapraklı mukaddes kayın ağacının [yahut huş ağacının] gölgesinde dinleniyorsun! Siyah yanaklı beyaz koç sana kurban olsun! Kuyruk yağının sağ yanından kesilip dokuz tane şişte kızartılmış yağlarla ağzını yağlıyorsun. Dokuz parça kırmızı ve beyaz şeritler, paçavralar seni süslüyor. Koyunun göğsü sana kurban olsun!

Teleüt Türkleri, ateş ruhuna Ot Ene (Ateş Ana) derler. Çuvaşlara göre ateş ruhu, erkek ve dişi olarak iki tanedir, birine Ateş Baba, diğerine Ateş Ana denir.