İslamiyet Nedir ; İslam, Peygamber Muhammed bin Abdullah’ın öğretilerine dayanan İbrahimî-tek tanrılı bir dindir (1. MS 570-632, isminden sonra Müslümanlar geleneksel olarak ”sallallahu aleyhi ve sellem” ya da yazılı olarak, SAV eklemiştir). Hristiyanlık ve Yahudiliğin yanı sıra, İbrahim’in (aleyhisselâm) öğretilerinin bir devamıdır (hem Yahudi hem de Hristiyan kutsal kitaplarında yer alır, İslam’da bir peygamber olarak kabul edilir, isminden sonra Müslümanlar ”aleyhisselâm” der), ancak bu ikisinde bazı açılardan farklılık gösterir. İslam’a bağlı olanlar, bugün dünyada yaklaşık iki milyar kadar olan Müslümanlar olarak adlandırılıyor, Hristiyanlardan hemen sonra ikinci sırada bulunuyorlar.
Peygamber Muhammed’in yoldaşları, Arap Yarımadası’nda küçük adımlarla başlayarak, zamanın büyük güçlerini fethetmeyi başarmışlardı. Bunlar Sasani İmparatorluğu ve Bizans İmparatorluğu’ydu. En iyi vaziyetinde (MS 750) İslam İmparatorluğu, doğudaki günümüz Pakistan’ın bazı bölgeleri ile batıdaki Fas ve İber Yarımadası arasına kadar uzanıyordu. Başlarda fetih yoluyla yayılsa da, İslam daha sonra ticaret yoluyla gelişerek başlangıç sınırlarının ötesine geçecek ve dünyaya yayılacaktı. Günümüzde İslam dünyanın en hızlı büyüyen dinidir.
Peygamber’in Görevi
Peygamber – Muhammed ibn Abdullah – MS 570’de doğdu. Azalan refahlarına rağmen saygın bir grup olan Kureyş kabilesinden Haşimoğullarının bir üyesiydi. Küçük yaşta yetim kalan Muhammed’i, kendi oğullarından bile daha çok seven amcası Ebu Talib büyütmüştür. Muhammed (sav) tüccar olmuştu ve güvenilirliği ile ünlenmişti (ki bu o günlerde Arabistan’da çok nadir görülen bir özellikti). Bu dürüstlük, kendisinden 15 yaş büyük olmasına rağmen Peygamber’e evlilik teklifi eden, zengin bir dul Hatice’nin dikkatini çekmişti (Muhammed o zaman 25 yaşındaydı). Muhammed (sav) teklifi kabul etti. Hatice’nin (ra) Muhammed’e verdiği destek, Peygamber’in görevini yerine getirmesinde etkili oldu.
MUHAMMED (SAV), ALLAH’IN TEKLİĞİNİ AİLESİNE, YAKIN ARKADAŞLARINA VE DAHA SONRASINDA HALKA VAAZ ETMEYE BAŞLADI.
Otuzlu yaşlarının sonlarına doğru Mekke yakılarındaki Cebel-i Nur’da (”Nur Dağı”) Hira adlı bir mağarada inzivaya çekilerek ibadet etmeye başladı. MS 610’da bir gün, Melek Cebrail’in (a.s.) kendisine Allah’tan gelen ilk vahiy ile yaklaştığı söylenir – Allah (”Tanrı” anlamına gelir). Muhammed’in başta vahye olumsuz tepki gösterdiği söylenir – kendisi şaşkın ve korkmuştu, korkudan titreyerek eve geri döndü- ama daha sonra Allah’ın peygamberi olduğunu fark etti.
Muhammed, Allah’ın tekliğini ailesine, yakın arkadaşlarına ve daha sonrasında halka vaaz etmeye başladı. Arabistan o zamanlar çok tanrılıydı ve bu yüzden Muhammed’in tek bir tanrı vaaz etmesi, kendisini ekonomisi çok tanrılığa dayanan Mekkelilerle (tüccarlar çeşitli tanrıların heykellerini, figürlerini ve tılsımlarını satıyorlardı) ve desteklediği toplumsal tabakalaşmayla çatışmaya soktu. Mekkeliler onu durdurmak için ciddi önemler almıştı, ancak bunu yapmak için Allah’a karşı mecbur hissettiği için bu yeni inancı vaaz etmeye devam etmişti. MS 619 yılında hem amcası Ebu Talib’i hem de karısı Hatice’yi (Müslümanlar tarafından Hüzün Yılı olarak bilinen bir tarih) kaybetti ve artık dünyada yalnız hissediyordu ve yas tutuyordu, ki bu durum Mekke’de yaşadığı zulümle daha da kötüleşmişti.
Ancak MS 621’de yardım gelmişti, İslam’ı kabul eden bazı Yesrib vatandaşları (sonrasında Medine olarak bilinir) Peygamberi ve yoldaşlarını şehirlerine gelmeye davet etmişlerdi. MS 622’de Muhammed (sav), kendisine kurulan komplodan kurtularak Mekke’den hicret (Müslüman takviminin başlangıcını belirten, Hicret olarak bilinen bir göç) etmiş ve Yesrib’e gitmiştir. Bu şehir, onun öğretilerini çok beğendi ve Peygamber’in şehrin hükümdarı olmasını ve meseleleriyle ilgilenmesini istedi. Muhammed Mekke’deki yoldaşlarını Yesrib’e göç etmeye teşvik etmişti, ve onlar da bunu gruplar halinde yapmışlardı. Yoldaşlarının çoğu gittikten sonra, Ebu Bekir (ra) (1. MS 573-634) adında çok güvendiği bir arkadaşı (ve gelecekteki kayınpederi) ile birlikte göç etti.
Yeni edindikleri yerleşkeleriyle Müslümanlar artık kendilerine zulmedenlere karşılık vermek istiyorlardı. Müslümanlar Mekke ticaret kervanlarına düzenli baskınlar ya da ”Yağmalar” yapmaya başladılar. Bu baskınlar teknik olarak bir savaş eylemiydi; Mekke ekonomisi zarar görmüştü ve artık öfkelenmişlerdi ve Müslümanları kesin olarak tamamen bitirmeye karar vermişlerdi. Müslümanlar, 313 Müslüman askerin 1000 civarında Mekkeliden oluşan bir orduyu bozguna uğrattığı Bedir Savaşı’nda (MS 624) Mekkelilerin saldırısıyla karşı karşıya kaldılar; bazıları bu zaferi ilahi müdahaleye, bazıları ise Muhammed’in askeri dehasına bağlamıştır.
Bedir zaferinden sonra Müslümanlar yeni bir dine mensup bir grup olmaktan çok hafife alınmaması gereken bir askeri güç haline gelmişlerdi. Müslümanlar ve diğer Arap kabileleri arasında Müslümanların büyük bir başarı elde edeceği anlaşmalar yapıldı. MS 630 yılında, on yıl önce telaş içinde ayrılmak zorunda kaldıkları Mekke’nin kapıları Müslüman ordusuna tekrar açılmıştı. Mekke artık Müslümanların elindeydi ve tüm beklentilere rağmen Muhammed teslim olan ve inancını kabul eden herkese af teklif etti.
MS 632’de vefat ettiği zaman, Muhammed (sav) tüm Arabistan’daki en güçlü dini ve siyasi lider konumundaydı. Kabilelerin çoğu İslam’ı kabul etmiş ve kendisine bağlılıklarına yemin etmişti. Medine’de, kendi evinde vefat etti ve aynı zamanda oraya defnedildi. Bölge şimdi Medine’deki ünlü ”Mescid-i Nebevi”nin (Peygamber Mescidi) bitişiğinde bulunan ve her yıl milyonlarca Müslüman tarafından ziyaret edilen ”Ravza-i Mutahhara” (Peygamberin Kabri) adlı bir mezara dönüştürülmüştür. Bilim insanı J. J. Saunders, Ortaçağ İslam Tarihi adlı kitabında İslam Peygamberi hakkında şu şekilde yorum yapıyor:
Allah’a olan bağlılığı içtendi ve etkilenmemişti. Peygamber’in, Allah’ın vahyinin gerçekliğine olan içten inancına ancak 10 veya 12 yıl boyunca alaylara, tacizlere ve sefalete katlanan bu kişinin aslında uyanık bir sahtekar olduğunu, kendisinin dürüst ve zeki insanların güven ve sevgisini kazandığını, böylelikle milyonlarca insanın Allah’ın vahyine inandığını öne süren insanlar reddebilir.(34)
Melek Cebrail tarafından Muhammed’e verildiği söylenen vahiyler, yoldaşları (sahabeleri) tarafından ezberlendi ve vefatından birkaç yıl sonra, İslam’ın kutsal kitabı olan Kur’an (”Öğreti” veya ”Kıraât”) olarak yazıldı.
Kur’an, Sünnet, & Hadis
Müslümanlara göre, meleğin Muhammed’e aktardığı Kur’an ayetleri, Allah’ın sözleri ve ilahi gerçeğin insanlığa son vahiyidir. Muhammed’in (sav) vefatından sonra, bu vahiyler, kayınpederi Ebu Bekir (ra) (MS 632-634) tarafından, Muhammed’in misyonunun ve imparatorluğunun halefi olan ilk halife olarak, gelecek nesillere onları korumak için bir kitap şeklinde derlenmiştir. Peygamberin hayatında, bu vahiyler parşömen veya diğer materyaller üzerine ayrı ayrı yazılmıştır ve bu saklanmış vahiyler daha sonra Peygamber tarafından Kur’an’ı oluşturmak için söylendiği sıraya göre düzenlenmiştir. Müslümanlar ayetleri ezberler ve okurlardı (bu nedenle Kur’an’ı aktarma yöntemlerinden biri ”Kıraât”dir) Daha sonra farklı Müslümanların ayetleri farklı lehçelerde okudukları fark edildi ve bu nedenle Peygamberin mesajının sözlerini korumak için ayarlama çalışmaları yürütüldü.
İNANANLAR HÂLÂ KUR’ANI ARAPÇA ÖĞRENMEYE TEŞVİK EDİLMEKTEDİR.
Metnin herhangi bir şekilde tahrif edilmesini önlemek için çok özen gösterildi. Bu görev, Muhammed’in imparatorluğunun hemen halefi olan Halife Ebu Bekir (Peygamberin yapmadığı bir şeyi yapmaktan çekinen) tarafından tereddüt içinde başlatıldı ve üçüncü halife – Osman bin Affan (r. MS 644-656) döneminde bitirildi. Müslümanlar için Kur’an ancak kendi dilinde okunduğunda veya duyulduğunda doğru bir şekilde anlaşılabilir. Doğru mealler bazı mezhepler tarafından kabul edilebilir görülse de, inananlar hâlâ Kur’an’ı Arapça öğrenmeye teşvik edilir.
Kur’an’dan sonra, Müslümanlar için önemli bir rehberlik kaynağı Peygamberin hayatıdır: onun yolu (Sünnet) ve sözleri (Hadis); Bunların her ikisi de Kur’an metnine ilave olarak hareket eder. Kur’an, daha önce belirtildiği gibi Allah’ın Kelamı olarak kabul edilir, ancak Müslümanlar ayrıca Muhammed’in belirli durumlarda nasıl davrandığını öğrenince içleri rahatlar ve bu onlara rehber olur, dolayısıyla bunun için Sünnet ve Hadis önemlidir.
Örneğin, Kur’an tekrar tekrar ”namaz kılmayı ve sadaka vermeyi” vurguluyor, ancak nasıl yapılacağını kim bilebilir? Nasıl yapılacağının cevabı ise insanlara Peygamberin öğrettiği ve yaptığı gibi yapmayı anlatan Sünnet’te ve Hadis’te mevcuttur. Aslında, birçok durumda, Kur’an şöyle der: ”Allah’a itaat edin ve Peygamberine itaat edin” (ki bu da Sünnet ve Hadislerin önemini vurgular) Hadisler, tıpkı Kur’an ayetleri gibi, ilahi adetlerin tahrif edilmesini önlemek için bir kez daha derlenmiştir, ancak Kur’an’dan ayrı tutulmuştur. Bilim insanı Tamara Sonn, İslam – Kısa Bir Tarihçe kitabında bu unsurların önemini şöyle açıklıyor:
Allah’ın kelamı olduğu için, bu kutsal kitap (Kur’an) Allah’la birlikte ezelidir. Kitap insanlığın tamamına hitap etmektedir. Müslümanlar Kur’an’ın, önceki kutsal kitapları (Tevrat, Zebur ve İncil) pekiştirdiğine, onayladığına ve tamamladığına inanırlar. Allah, insanların bu kitapların içinde yatan gerçeğe saygı duymaya davet eder… Birlikte Kur’an ve Peygamber Muhammed’in (sav) örnek oluşu (buna Sünnet denir) Müslümanların adaleti tesis etmek konusundaki ortak sorumluluğu için ihtiyacı olan rehberi oluşturur.(yukarıdaki alıntı 2 ve sonrasındaki sayfalardan aktarılmıştır)
Bu yüzden Kur’an, inananlara doğrudan Allah’ın Sözü’nü sağlarken, Sünnet ve Hadis, kişinin bu ‘söze’ nasıl uyacağı ve emirlerini günlük yaşamına nasıl dahil edeceği konusunda rehberlik eder.
İslam’ın Şartları
İslam’daki ibadet fiilleri veya İslam’ın temelinin dayandığı bu ”Şartlar”, İslam’ın kendi yolu olarak seçen herkesin kabul etmesi ve uyması gereken değişmez görevlerdir. İslam’ın Beş Şartı şunlardır:
- Kelime-i Şehadet getirmek (Şahitlik)
- Namaz kılmak (günde beş vakit)
- Zekat vermek (başkalarına yardım etmek için ödenen sadaka / vergi)
- Oruç tutmak (Ramazan ayında oruç tutmak)
- Hacca gitmek (Mekke’ye en az bir kez gitmiş olmak)
İlk şart – Şehadet – herkesin Müslüman olması için şarttır; bu, tüm sıfatlarıyla Allah’ın (Yaratıcı) birliğinin kabulüdür ve yaygın olarak şu ifadeyle açıklanır: ”Allah’tan (Yaratıcı) başka ilah yoktur ve Hazreti Muhammed onun kulu ve elçisidir.”
İslam’da Yaratıcı kavramı, onun tüm hayal gücünün ötesinde olduğunu, ve en yüce olduğunu belirtir; evrendeki ne varsa, ve her şey onun iradesine boyun eğer; dolayısıyla insanlar da huzur içinde yaşamak için onun iradesine boyun eğmelidir. Aslında, ”İslam” kelimesi tam anlamıyla Yaratıcı’nın iradesine teslim olmak, ”teslimiyet” anlamına gelir.
İkinci Şart, günde beş kez yerine getirilmesi gereken günlük ibadet – Namazdır. Erkeklerin bu ibadetleri Mescid (Cami) adı verilen özel Müslüman ibadet yerlerinde cemaatle yapması istenirken, kadınlar evde ibadet edebilirler. (Erkekler, ‘Cuma, Cenaze, Bayram’ namazları dışında evde de namazlarını kılabilirler.) Camilerin temel tasarımı mekan mekan değişir ve çoğu durumda yerel mimarinin birçok unsuru içlerinde bulunur (örneğin İstanbul Sultanahmet Camii, ünlü camii Ayasofya’nın birçok mimari özelliğine dayanmaktadır. Bir caminin alanları, ibadet edecek erkek ve kadınlar ile ibadet hizmetine liderlik eden imam arasında bölünmüştür.
Üçüncü Şart – Zekat – tüm elverişli insanlar tarafından ödenmesi gereken sadakaların verilmesidir. (zaruri ihtiyaçları dışında belli bir miktar servete sahip olan bireyler) Her yıl imkanları olmayan Müslümanlara verilir (Gayrimüslimlere diğer hayır işlerinde bulunulabilir fakat zekat Müslümanlar için ayrılmıştır). Gayrimüslimlerin (Zımmi olarak bilinen, korunan insanlar) uzun süredir cizye olarak bilinen vergilere tabii tutulmaları gerekiyordu, ancak bu politika MS 20. yüzyılın başlarından bu yana birçok Müslüman ülkede kaldırılmıştır.
Dördüncü Şart – Oruç – İslami Ramazan ayında (islami takvimin dokuzuncu ayı) oruç tutmaktır. Oruç döneminde mümin, yemekten, içmekten ve bütün dünyevi zevklerden uzak durmalı, Allah’a vakit ayırmalı ve kendisini adamalıdır. Ramazan, müminleri Allah’a yaklaşmaya ve yaşamdaki önceliklerini ve değerlerini gözden geçirmeye teşvik eder; kişinin kendini yiyeceklerden ve diğer dikkat dağıtıcı şeylerden mahrum bırakmasının dikkatini tamamen ilahi olana odakladığı düşünülmektedir.
Beşinci Şart – Hac – Mekke’deki Müslümanların Kıblesi olan Kabe’ye (dua ettikleri yön – birliğin bir işareti) yıllık hac eylemidir. Hac, insanın hayatında ancak bir kere ve ancak gücü yetiyorsa, yolculuk yapacak imkana sahipse farzdır. Eğer gidemezse, en azından bunu yapmak için samimi arzuyu ifade etmeli ve mümkünse başkasının haccına katkıda bulunmalıdır.
İslam’ın Yayılışı
Mekke, daha önce de belirtildiği gibi, başlangıçta Muhammed’i ve mesajını reddeden şehirdi, ancak daha sonra inancın kalbi haline geldi (Kabe’ye ev sahipliği yaptığı gibi), Peygamber’i başka hiç kimsenin yapmadığı zamanlarda ağırlayan şehir Medine, imparatorluğun başkenti oldu. Arabistan, Pers Sasani İmparatorluğu (MS 224-651) ve Bizans İmparatorluğu’nun (MS 330-1453) kavşağında bulunuyordu. Bu iki süper güç neredeyse sürekli savaş halinde oldukları için, zaman içinde Arabistan halkı çevrelerindeki bölgenin bozulmasından muzdaripti ve bir kez İslam altında birleşince, İslam’ın hızla genişlemesini kolaylaştırmak için bu imparatorlukların her ikisine de büyük çaplı bir istila başlattı. Bilim insanı Robin Doak, İslam Dünyası İmparatorluğu adlı kitabında şöyle açıklıyor:
Bizanslılar Ortadoğu’nun kontrolü için rekabet içindeydiler. Sasani ya da Pers İmparatorluğu, Bizans’ın güneydoğusundaki bölgelere hükmetti (günümüz İstanbul’u) … Bu iki imparatorluk birbirleriyle sürekli savaş halindeydi … Bu savaşların bedelini ödemek için, her iki imparatorluk da kontrolündeki vatandaşlara ağır vergiler koydu. Bu vergiler, diğer kısıtlamalarla birlikte Sasani ve Bizans topraklarında, özellikle de iki imparatorluğun sınırlarında yaşayan Arap kabileleri arasında huzursuzluğa neden oldu. (6)
Araplar aslen kabile halindeydi ve birlik anlayışına sahip değillerdi. Bu kabilelerin istikrar çıkarları için birleşmesi gerekiyordu ve İslam onları birbirine bağlamanın aracı oldu. MS 632’de Muhammed’in vefatından sonra, Müslüman Ümmetin (topluluğun) liderliği, halife (Peygamberin halefi) unvanını üstlenen Ebu Bekir tarafından alındı. İki yıllık kısa saltanatında (MS 632-634), Arap Yarımadası’nın tamamını İslam bayrağı altında birleştirdi (kabilelerin çoğu toplumu terk ettiği için) ve daha sonra Bizans ve Sasani egemenliği altında yaşayan diğer Arap kabileleri üzerindeki hakimiyetini genişletmek için ordular gönderdi. Bu seferlerin o kadar hızlı ve başarılı olduğu ortaya çıktı ki, üçüncü halife Osman zamanında, Mısır, Suriye, Levant‘ın tamamı ve bir zamanlar Sasani Pers İmparatorluğu’nun büyük bir parçası olan şey artık Müslümanların eline geçti ve kaybedilen toprakları geri kazanmaya yönelik tüm girişimler, çoğunlukla Müslüman egemenliğini kabul eden yerlilerin yardımıyla geri püskürtüldü.
Öncekilerin dördüncüsü ve sonuncusu, ”Hulefa-i Raşidin” (ilk dördü Sünni Müslümanlar tarafından anıldığı gibi) Ali ibn Ebi Talib (ra) (r. MS 656-661) idi. Ali görev süresinin çoğunu sürekli iç karışıklık içinde geçirdi ve büyüme durmuştu. MS 661’de Ali’nin ölümünden sonra yerine Emevi Devleti’ni kuran 1. Muaviye (MS 661-680) geçti. 1. Muaviye, oğlu 1. Yezîd’i (MS 680-683) halefi ilan etti, ancak buna Ali’nin oğlu (Muhammed’in torunu) Hüseyin ibn Ali (MS 626-680) itiraz etti. Hüseyin’in (ra) zayıf ordusu, MS 680’de Kerbelâ Savaşı’nda Yezîd’in askerleri tarafından yenilgiye uğratılmıştır, ayrıca Hüseyin burada şehit edilmiştir, diğer ayaklanmalar da birer birer bastırılmıştır ve daha sonra Emevi Devletinin sonraki halifeleri askeri yönden genişlemeye devam etmiştir.
Emevi Devleti’nin (MS 750) sonuna gelindiğinde Maveraünnehir, günümüz Pakistan’ının bir kısmı, Kuzey Afrika’nın tamamı ve İber Yarımadası (Endülüs olarak da bilinir – Vandalların ülkesidir) imparatorluğa eklenmiştir. Abbasilerin hüküm sürdüğü sırada (MS 750-1258), bazı küçük topraklar gene kazanılmıştı, ancak askeri baskınlar yoluyla yapılan daha önceki hızlı fetih hareketleri sona ermişti. Bu hareket, sonradan İslam Dünyasının Halifeliği unvanını alan Osmanlı Saltanatı (MS 1299-1922) tarafından yeniden canlandırıldı.
Anadolu ve Bizans İmparatorluğu’nun kalbi – Konstantinopolis – MS 1453’te Osmanlılar tarafından fethedildi ve daha sonra İpek Yolu olarak bilinen (kontrol altına aldıkları) ticaret yollarını kapattı, Avrupa uluslarını eskiden yetiştirdikleri mallar için başka kaynaklar aramaya ve Avrupa uluslarının dünyanın dört bir yanına gemi göndererek sözde Yeni Dünyayı “keşfettiklerini” gördüğü, Coğrafi Keşifleri başlatmaya zorlamıştır. Bununla birlikte, bazı bilim insanlarına göre, Yeni Dünya’ya 1421’de Çinli Müslüman kaşif Zheng He (l. MS 1371-1435) tarafından çoktan ulaşılmıştı (bu iddiaya defalarca itiraz edilmiş olmasına rağmen). Coğrafi Keşifler (Keşifler Çağı olarak da bilinir), farklı kültürlerin halklarını eskisinden çok daha büyük oranda birbirleriyle temas kurmalarına sebebiyet vererek iyisiyle kötüsüyle dünyanın kapılarını açmıştır.
Osmanlıların askeri fetihleri İslam İmparatorluğu’nun genişlemesine izin verdi, ancak inancın kendisi, İslam’ın Tarihi Atlası’nda Ruthven ve Nanji’nin belirttiği gibi, bu noktada fetihle olduğu kadar ticaretle de yayıldı:
İslam fetih ve insanların dinlerini değiştirip İslamiyet’e inanmalarıyla genişledi. Bazen İslam inancının kılıçla yayıldığı söylense de ikisi aynı şey değildir. Kur’an-ı Kerim (Kur’an için arkaik yazımı) açıkça, [Bakara Suresi – 256 . Ayet], “Dinde zorlama yoktur” diyor. (30)
Her ne kadar Kuran’da insanları zorlayarak Müslüman yapmama konusunda bir çok ayet bulunsa da, İslam’ın başlangıçta askeri fetih yoluyla yayıldığını inkar etmek mümkün değildir. Yeni fethedilen toprakların yerel nüfusunun çoğu önceki inançlarına bağlı kaldı, bazıları özgür iradeleriyle İslamiyet’e inandı, ancak birkaç zorla inandırma olayı da vardı (ki bu zaten İslam’a tersti). Ancak Osmanlılar zamanında, inancın kendisini, seyahat ettikçe dini yayan insanlar yerli ve yabancı nüfusla etkileşime geçtiği için sınırların ötesine taşıyan ticaretin kendisiydi.
İslami Ayrılma: Sünni ve Şii
Bütün bunlara rağmen, bundan yıllar önce İslam, gözlemlendiği kadar insanların birleştiği bir inanç değildi. MS 632’de Muhammed’in vefatından sonra, ashabı kimin onun halefi olması gerektiği konusunda kafası karışmıştı. Muhammed’in vefatından kısa bir süre sonra Ebu Bekir’in halefi -halifesi- olmasına karar verildi. Ancak başka bir grup, Peygamber’in kuzeni ve damadı Ali’nin onun yerine geçmesi gerektiği konusunda ısrarcı oldu. Oysa Ali’nin sırası dördüncü halife olarak gelecekti. Takipçileri ”Şiat’ı Ali (yani Ali’nin takipçileri), Ali’nin Peygamberin yasal halefi olduğunu iddia etmişti. Sonrasında üç selef halifesinin hakkını gasp ettiğini iddia edeceklerdi. Ali’nin bu takipçilerine Şii Müslümanlar denir.
Ancak Müslümanların çoğunluğu Ebu Bekir, Ömer (MS 634-644) ve Osman’ın, Ali kadar Muhammed’in yasal halefleri olduklarını ve onları onayladıklarını söylediler; Bu Müslümanlar Sünni (Sünnetin veya Peygamberin yolunun takipçileri) olarak bilinir. Başlangıçta, bu ikisi sadece siyasi gruplardı, ama sonra dini mezheplere dönüştüler.
Bu mezheplerin temel inançları hemen hemen aynıdır, temel istisna imamlar kavramıdır. Sünniler, imamları, Müslümanları İslam yolunda (ya da namaz sırasında cemaate liderlik eden kişi) yönlendiren rehberler ya da öğretmenler olarak görüyorlar; bunlardan en ünlüsü, Sünni İslam düşüncesinin Hanefi okulunun kurucusu İmam Ebu Hanife’dir. Öte yandan Şiiler, imamları insanlar ve Allah arasında bir bağlantı (yarı-ilahi) olarak görüyorlar ve yalnızca Muhammed’in (sav) soyundan gelenleri Ali ve Fatıma (Peygamberin kızı) ve daha sonra yalnızca Ali’nin soyundan gelenleri (diğer eşlerden) bu unvana layık görüyorlar, örneğin Emevi ordusu tarafından MS 680’de Kerbela Savaşı’nda öldürülen Ali’nin oğlu İmam Hüseyin gibi.
Hüseyin’in kaybı, Şiilerin imamın rolüne ilişkin iddialarını reddeden Sünni Müslümanlar tarafından farklı görülen Aşure Günü’nde Şii Müslümanlar tarafından yas tutuluyor ve Hüseyin’e saygı duymalarına ve ölümünü trajik görmelerine rağmen, onu Şiiler gibi yarı ilahi görmüyorlar.
Bu çekişme ve diğer bazı teolojik farklılıkların dışında, iki mezhep hemen hemen aynıdır; yine de, taraftarları Sünni Abbasi Hanedanı ve Şii Fatımiler, Sünni Osmanlılar ve Şii Safeviler rekabetiyle örneklendiği gibi neredeyse var oldukları sürece rakip olmuşlardır.
İslam’ın Mirası
İnancın yayılmasında fetih yönteminin erken kullanılmasına ve Sünni ile Şii arasında süregelen mezhepsel şiddete rağmen İslam, kurulduğu günden bu yana dünya kültürüne büyük katkı sağlamıştır. Klasik Roma ve Yunan alimlerinin eserleri Müslümanlar tarafından korunmasaydı Avrupa rönesansı asla gerçekleşmeyecekti. Sadece bir örnek vermek gerekirse, Aristoteles’in eserleri – pek çok ilimdeki daha sonraki gelişmeler için bu denli önemli olan – Müslüman katipler tarafından korunmamış ve kopyalanmamış olsaydı kaybolacaktı. Müslüman bilge İbn-i Sina (1. c. MS 980-1037) ve bilim insanı İbn Rüşd (1. MS 1126-1198) sadece Aristoteles’in çalışmalarını korumakla kalmadı, aynı zamanda parlak yorumlar da ekledi. Arostoteles’in düşüncesini kendi eserleri aracılığıyla yaydılar. İbn-i Sina, o zamanın konuyla ilgili Avrupa metinlerinden çok daha doğru bilgiler içeren, tıp üzerine ilk derlenmiş kitabını yazdı – El-Kanun Fi’t-Tıbb (Tıp Prensipleri).
El-Hârizmî (1. c. MS 780-850), zeki astronom, coğrafyacı ve matematikçi cebiri buldu. El-Hazinî (MS 11.yüzyıl) ise Batlamyus Evren Modeline karşı çıktı ve değişiklikler yapılması için teşvikte bulundu. Günümüzde muhtemelen dünyanın en popüler içeceği olan kahve, MS 15.yüzyılda Yemen’deki Müslüman Sofi din adamları tarafından bulundu ve Yemen’deki Mocha limanı aracılığıyla dünyayla tanıştırıldı (”mocha” kelimesi de bu yüzden kahve ile ilişkilendiriliyor)
İslam alimleri, şairler, yazarlar ve zanaatkarlar dünya kültürünün hemen her alanında gelişmelere katkıda bulunmuş ve günümüzde de bunu yapmaya devam etmektedir. Batı’da bugün İslam’ın şiddet ve terörizmle bu kadar sık ilişkilendirilmesi talihsiz bir durumdur çünkü özünde İslam bir barış ve anlayış dinidir. Dünya nüfusunun üçte birini oluşturan Müslümanlar, 14 asır önce ortaya çıkan Peygamber Muhammed’in barış yolunu takip ediyor, ya da en azından etmeye çalışıyorlar. Peygamberin sevgi konusundaki vasiyeti, Allah’a ve insanların iyiliğine olan adanmışlığı hâlâ günümüzde yolundan gidenlerin şeklinde tecelli ediyor.
Dipnot
Kaynak : Link