Enuma Eliş Destanı; Mezopotamya’da yazılmış yaratılış destanına verilen isimdir. Bu ismin verilmesinin sebebi destanın başlangıç metninin ilk iki kelimesi olup, manası ”yukardayken” dir.

Destan, yaklaşık 1000 satırlıdır ve 7 farklı çivi yazısı tabletine yazılmıştır.

Şimdi Alexander Heidel tarafından kaleme alınan Babil Yaradılış Destanı, Enuma Eliş kitabından alıntılayacağımız destanın tam özetini aşağıda sunuyorum.

Destan, ilk tanrısal ana-baba Apsû ile Ti’âmat ve oğulları Mummu’dan başka hiçbir şeyin bulunmadığı zamanlara kısa bir değinmeyle başlar. Apsû öncel çağın tatlı su okyanusu, Ti’amat da tuzlu su okyanusudur; Mummu ise olasılıkla, iki su kütlesinden yükselip üzerlerinde dalgalanan buğuyu veya sisi temsil etmektedir: Özellikle Tablet VII: 86’da bulutlarla doğrudan ilişkilendirilmiş olması bunu göstermektedir. Bu üç tür su birbirine karışarak, daha sonra evrenin yapısında kullanılacak bütün öğeleri içeren, uçsuz bucaksız ve belirlenmemiş bir kütle oluşturmuştur. Henüz ne yer ne de gök vardır; bir sazlık, bataklık bile görünmemektedir.

Bir zaman sonra Apsû ile Ti’âmat, bir erkek ve kız kardeş çifti olan Lahmu ile Lahâmu’yu dünyaya getirirler. Bu ikisi büyümekteyken bir başka erkek ve kız kardeş çifti daha doğar: Anşar ve Kişar; ki bunlar boyca öteki çocukları geçerler. Bu iki tanrısal çiftin aslında ne oldukları henüz tahmin ve spekülasyon konusudur.

Yıllar sonra Anşar’la Kişar’ın bir oğulları olur. Olasılıkla babası Anşar’a çok benzeyişine atfen, ona Anu adını vermişlerdir. Anu gök tanrısıdır; o da kendi benzeri Nudimmudu dünyaya getirir. Enki ve Ea adlarıyla da bilinen Nudimmud olağanüstü güç ve bilgelik sahibidir; yeraltındaki tatlı suların ve sihirbazlığın tanrısı, aynı zamanda Mezopotamya tanrılarının da en akıllısı ve bilgesi odur. Üyesi olduğu tanrılar topluluğunun içinde rakibi yoktur; hatta sahip olduğu üstünlükler nedeniyle kendi atalarının bile “üstadı,” efendisi sayılmaktadır.

Genç tanrılar, yaşam ve canlılık dolu olduklarından, doğal olarak neşeli ve gürültülü toplantılardan hoşlanmaktadır. Fakat bu eğlenceler yaşlı, aylak ve rahatlarına düşkün ana babalarının ve büyük ataları Apsu ile Tiamat’ın ciddi biçim de keyfini kaçırmaktadır. Rahatsız edici bağırış çağırışları azaltmak için barışçı yollar denendiyse de sonuç alınamamıştır. Sonunda kafası iyice kızan Apsu kesin ve acımasızca eyleme geçmeye karar verir. Oğlu ve “veziri” Mummu’yla birlikte Ti’àmat’ın huzuruna çıkıp ona öyle bir düzen önerir ki, ana yüreği acıyla dolan Ti’âmat büyük bir öfkeyle haykırarak eşine çıkışır: “Kendi dünyaya getirdiklerimizi neden yok edecekmişiz? Davranışları gerçekten üzücü; ama bunu hoş karşılayalım!” Fakat veziri tarafından da desteklenen Apsů katı bir inatçılıkla, dile getirdiği amacından dönmez: “(Onları) yok edeceğim ve davranışlarına son vereceğim ki, huzur sağlansın ve biz de uyuyabilelim!”

Haber duyulunca tanrılar büyük bir korku ve telaşa kapılarak, kargaşa içinde oraya buraya koşuşturmaya başlarlar. Sonunda sakinleşirler ve kara kara düşünerek sessizce otururlar; hiçbirinin aklına bir kurtuluş yolu gelmemektedir. Bereket versin, o çaresiz anlarda, Apsü’nun bile “üstadı” olan biri bulunur: Ea’dır bu, “sonsuz zekâlı, becerikli (ve) bilge” sihir tanrısı… Saldırıya karşı korunma sağlamak üzere, tanrıların çevresine bir tür sihirli çember çizer, sonra da olağanüstü güçlü ve kutsal bir sihirli yır düzer. Bu yırı okur ve uyku verici bir güç olarak onun Apsû’nun üzerine inmesini sağlar. Ea sihirli yırını okudukça Apsû büyünün gücüne yenilir ve derin bir uykuya dalar. O böyle derin uykuda yatarken, Ea onun tiarasını başından, yaydığı doğaüstü ışınımı da üstünden alarak kendisi giyinir. Böylelikle Apsû’nun gücüne ve görkemine sahip olup, bütün tanrıların babasını öldürür, vezirini de hapseder. Ea zaferini en başta, söylenen sözde içkin olan yetke ve güç sayesinde, yani söz büyüsü yoluyla, kazanmıştır. Ti’âmat’a zarar verilmez; çünkü o Apsû’nun niyet ve düzenlerine sıcak bakmamıştır. Ea bu işin ardından, öldürülmüş Apsû’nun üstüne büyük ve geniş bir mesken oluşturarak buna “Apsû” adını verir ve burayı gerek kendisi gerek öteki tanrılar için kutsal ziyaretgâh olarak belirler. Orada, eşi Damkina’yla birlikte, görkemli yaşamını sürdürür.

Öte yandan, o ara “tanrıların en bilgesi” Marduk da dogmuştur; günü geldiğinde tanrıları daha da korkunç bir düşmandan kurtaracak ve kalabalık Babil tanrılarının başına geçecek olan tanrıdır o: “Onu doğurtan, babası Ea’ydı; doğuran da anası Damki(na). Tanrıçaların memelerini emdi.” Böylelikle ek tanrısal güç ve nitelikler de edinmiştir. Marduk etkileyici bir kişiliktir; şimşek gibi çakan gözleri ve yüreklere korku salan bir haşmeti vardır. Ona baktığında babası “sevinç duyar; yüzü güler, yüreği şenlenir” babasının. O zaman, besbelli sihir yoluyla, Ea oğluna tanrılarla iki kat eşitlik bağışlamıştır; bu özellik, Marduk’un iki yüze ve olağan olanın iki katı boyutlarda organlara sahip oluşunda kendini göstermektedir, öyle ki o “tanrılar arasında yüceltilmiş olandır.”

Bunlar olurken Ti’âmat da kuşkusuz, kocasının öldürülmüş olmasından dolayı rahatsızdır. Gece gündüz yerinde duramadığından, ortalıkta dolaşıp durmaktadır. Kingu’nun elebaşılık yaptığı bazı tanrılar kötülük olsun diye onu kocasının öcünü almaya kışkırttıklarında huzursuzluğu iyice artar. Ti’âmat kışkırtılmaya yenik düşer ve gerek eşinin ölümünden sorumlu olan gerek bunu hoş karşılayan tanrılara savaş açmaya karar verir.

Başkaldıran tanrılar bu kez açıkça, Ea’nın tarafından Ti’âmat’ın tarafına geçerler; öfkelenip bağrışırlar, gece gündüz demeden kumpas kurarlar; “toplantı yapıp çatışmayı” tasarlarlar. Ti’âmat da kendi yönünden, yaklaşan çarpışma için, on bir tür dev yılan ve yırtıcı ejderhalar dünyaya getirir. Kingu’yu ululayıp kendine yeni eş olarak alır, savaşın komutasını ona verir, onu tüm tanrılar üzerine egemen kılar ve çok istenen yazgılar tabletini de bütün sihirli güçleriyle birlikte ona armağan eder. Çok büyük ve güçlü bir cinler ordusu birdenbire ortaya çıkıvermiştir.

Ti’âmat neredeyse saldırıya geçmeye hazırdır ki, birisi Ea’ya tehlikenin kapıda olduğunu haber verir. Bilgili ve becerikli Ea, Apsů’yu yenen kahraman, yaklaşan büyük tehlikeyi duyunca, korku ve sıkıntıdan soğukkanlılığını yitirir, zihni uyuşur.

Konuyu kafasında evirip çevirdikten ve kendine yeniden hâkim olduktan sonra, büyükbabası Anşar’a gidip kendisine verilen bilgiyi sözcüğü sözcüğüne tekrarlayarak, “Ti’âmat’ın bütün tasarladıklarını” ve yaptığı hazırlıkları anlatır. Anșar sarsılmıştır, derin kaygı ve üzüntü ifadeleriyle bunu dışa vurur ve Ea’dan düşmana karşı harekete geçmesini ister.

Ea büyükbabasının sözünü dinler; ama bu girişim, Apsû’ya karşı o denli kesin bir zafer kazanmış biri tarafından yapılmasına karşın, başarısızlıkla sonuçlanır. O zaman Anşar oğlu Anu’ya dönüp onu barışçı yollar tutsun diye teşvik ederek şunları söyler: “[Git] ve Ti’âmat’ın önünde dur [ki] ruhu (sakinleşsin ve) yüreği yumuşasın. [Eğer] senin sözünü dinlemezse, ona bizim (sözümüzü (?)] söyle ki sakinleşsin.” Böylece Anu hem kendi yetkesi hem de tanrıların önderinin yetkesiyle donanmış olarak gider. Fakat Apsü’nun aksine, ne denli büyük olursa olsun sadece yetkeyle, ne derece etkili olursa olsun sadece sihirle Ti’âmat’ı yenmek mümkün değildir; fiziksel güç kullanılarak hakkından gelinmesi gerekmektedir.

Anu dehşete kapılmış olarak döner ve görevden affını diler. Anşar sessizliğe bürünmüştür; başını sallayarak gözlerini yere diker: “Bütün Anunnakiler orada toplanmıştı. Dudakları yumuluydu, sessizce [oturuyorlardı).” Tanrılar daha önce hiç böyle darda kalıp bunalmamıştır. Arkadan gelecek olan zaferin büyüklüğünü daha açık göstermek için, metinde bu tablo son derece karanlık terimlerle ve iç karartıcı renklerle çizilmektedir.

Bunalımın doruğa vardığı o anda, Anşar’ın aklına umut verici bir fikir gelmiştir. Daha önce yiğitliğini kanıtlamış olan ve bu kez de mutlaka boş dönmeyeceğini düşündüğü yiğit Marduk’u hatırlamıştır. Marduk Ea’nın huzuruna çağrılıp babası tarafından bilgilendirildikten sonra Ansar’ın huzuruna çıkar.

Marduk’u böyle güçlü kuvvetli ve her yanından güven fışkırır halde görünce, “yüregi sevinçle doldu; (onun) dudaklarını öptü, korkusu dağıldı” Ansar’ın. Marduk da büyükbabasının içini rahatlatır: “Ansar), sessiz kalma, dudaklarını aç; ben gidip senin gönlünde yatan her seyi gerçekleştireceğim! (Ey atam, yaratıcı, memnun ol ve sevin; yakında Ti’âmat’ın ensesine ayağını basacaksın!” Gençliğine karşın Marduk’un tanrıları güçlü düşmanlarının elinden kurtaracağından hiç kimsenin kuşkusu yoktur. Üstelik o hemen savaşa gitmeye ve tanrıları felaketten uzaklaştırmaya hazırdır. Fakat ücreti çok yüksektir: Tanrılar üzerinde en büyük ve tartışılmaz yetkeyi istemektedir. Anşar bu isteği kabul eder fakat kararın tanrılar meclisinde onaylanması gerekmektedir.

Bu yüzden Ansar, veziri Kaka’yı çok uzakta yaşadıklanı için yaklaşan kavgadan haberleri olmayan Lahmu’yla Lahâmu’ya ve bütün öteki tanrılara göndermiştir. Kaka onlara durumun vahameti hakkında bilgi verecek ve hepsini Anşar’ın huzuruna çağıracaktır. Giriş niteliğinde birkaç uyarıdan sonra, Ansar Kaka’ya Ti’âmat’ın düşmanca etkinlikleri hakkında kendisine anlatılanları olduğu gibi aktararak, bu haberi sözcüğü sözcüğüne Lahmu’yla Lahâmu’ya tekrarlamasını söyler.

Kaka da gidip Anşar’ın söylediklerini tüm ayrıntılarıyla onlara iletir. Bu birdenbire patlak veren ve benzeri olmayan bunalımı duyan tanrılar da şaşırıp dehşete düşerler, bağrışıp çağrışırlar ve acıyla ah vah ederler. Yola çıkıp Ansar’ın huzuruna gelmiş ve Meclis Sarayını doldur muşlardır. Karşılaştıklarında öpüşürler ve Ancar’ın kendilerini gerekli havaya sokmak için hazırlamış olduğu şölen sofrasına otururlar: “Tatlı şarap korkularını dağıttı; kuvvetli içkiyi içtikçe vücutları şişti. Aşırı derecede umursamaz oldular, moralleri yükseldi; öçlerini alacak olan Marduk için yazgıyı belirleyip ilan ettiler.”

Şölenden sonra tanrılar Marduk için krallara layık bir sayvanlı taht kurarlar ve genç tanrı atalarının önünde bu tahta oturup verilen egemenliği kabul eder. Tanrılar törenli bir söylevle ona tanrılar içindeki en yüce konumu bağışlarlar ve “koca evrenin bütünü üzerine krallık” verirler. Bu güce gerçekten sahip olup olmadığını görmek için tanrılar Marduk’u sınarlar da: Orta yere bir giysi koyarlar, Marduk’un bir buyruğuyla giysi tahrip olur, ikinci buyruğuyla da eski haline döner.

Tanrılar onun sözünün güç ve etkisini görünce sevinirler ve tanrıların kralı Marduk’u alkışlayıp ona saygılarını sunarlar. Asa, taht ve krallık giysisinden(?) oluşan krallık nişanlarını da kendisine verirler ve bunlara “düşmanı vurup öldürecek, karşı konulmaz bir silah” da ekleyerek dileklerini söylerler: “Git ve Ti’âmat’ın hayatına son ver!”

Marduk dövüşe hazırlanmak üzere kalkıp gitmiştir. Kendine bir yay yapmış, okuna bir temren takmış ve sağ eline de kalın bir sopa almıştır. Yayıyla okluğunu omzuna asar; fırtına tanrısı gibi önü sıra şimşeği göndermiştir; gövdesini yakıcı bir alevle doldurur; bir ağ yapar ve onu Anu’nun armağanı olan dört yele taşıtır; bunlara yardımcı olsun diye yedi yel de kendisi yaratmıştır; yağmur selini boşandırır ve kanı donduran dört efsanevi yaratık tarafından çekilen korkunç fırtına arabasına biner.

Korku salan, örme bir demir zırha bürünmüş, başının etrafında göz kamaştırıcı bir parlaklık ve çeşitli ürkütücü özelliklerle de donanmış olarak, çevresinde pervane olan tanrılar kalabalığıyla birlikte, Marduk yenilmez görünen Ti’amat’la karşılaşmak üzere yola çıkmıştır.

Marduk’un bu dehşet salan gücünü ve göz kamaştırıcı görkemini kuşanmış olarak ortaya çıkışı bile Kingu’yla ona yardım edenlerin aklını başından alır. Yalnız Tiamat sarsılmaz; iğneleyici sözlerle takılarak onu kutlar ve görünüşe göre- kuvvetli bir kükremeyle genç tanrıyı korkutmak ister. Fakat Marduk, babası Ea ve dedesi Anu’ya göre daha dayanıklı bir hamurdan yapılmıştır. Hiç istifini bozmadan, kötülük hazırlıkları yüzünden

Ti’amat’ı sert ve yaralayıcı sözlerle suçlayarak teke tek vuruşmaya davet eder! “Ti’âmat bunu duyunca, çılgına dönmüş biri gibi oldu (ve) soğukkanlılığını yitirdi. Sesinin çıktığı kadar (ve) çılgınca haykırdı.” Ta temellerine kadar sarsılır. Öte yandan meydan okumayı da kabul etmiştir ve ikisi göğüs göğüse çarpışmak üzere birbirine yaklaşır. Marduk ağını açıp atar ve Ti’âmat’ı ağıyla sarar. “Ti’âmat Marduk’u yutmak için ağzını açınca, o, dudaklarını bir daha kapaſya]masın diye, içeri kötülük yelini sürdü.” Kuduran yeller Ti’âmat’ın vücudunu şişirip gererken, ağzından içeri bir ok atar; ok Ti’âmat’ı kalbinden vurarak hayatına son verir.

Marduk böylece Ti’âmat’ı öldürdükten sonra, cesedini yere atar ve muzafferane bir tavırla üzerine basıp dikilir. Ti’âmat’ın takipçileri, önderlerinin öldüğünü görünce dağılıp kaçmaya çalışırlar ama hiçbiri bunu başaramaz.

Düşman tanrılar hapsedilmiş, silahları ellerinden alınmıştır. Marduk, Kingu’dan yazgılar tabletini alır, onun sahibi olduğunu kanıtlamak ve el koyuşunu yasallaştırmak üzere kendi mührüyle mühürler ve kendi göğsüne takar. Tutsak tanrılar üzerindeki denetimini güçlendirdikten sonra Trâmat’a döner; aman vermez sopasıyla kafasını yarar, atardamarlarını keser ve kanını kuzey yeliyle güneye doğru, ücra ve sapa yerlere taşıtır. Son olarak Ti’âmat’ın dev gövdesini ikiye bölerek evreni yaratır. Gövdenin bir yarısıyla göğü diğer yarısıyla yeri oluşturmuştur; sonra Anu, Enlil ve Ea’nın her birini kendi bölgesine yerleştirir.

Bundan sonra büyük tanrılar için gökte birtakım yerler yaratır; doğuş ve batışlarıyla yılı, ayları ve günleri belirlemek üzere, takımyıldızları gökte yerlerine yerleştirerek takvimi düzenler, güneşin çıkıp girmesi için doğuda ve batıda kapılar inşa eder; göğün tam ortasına da başucu noktasını (zenit] sabitler; aya ışık saçtırarak geceyi ona emanet eder. Gök cisimlerinin yaratılıp düzenlenmesini anlatan tablet, aya verilen birtakım ayrıntılı emirlerden sonra, kırılmış durumdadır.

Ti’âmat’tan yana olmuş ve şimdi hapsedilmiş olan tanrılar, zaferi kazananların hizmetine verilip onların bakımını sağlamakla görevlendirilirler.

Ancak bu önemsiz görev bile onlara o kadar ağır gelmiştir ki, Marduk’tan bu yükün kaldırılmasını isterler. Marduk tutsak tanrıların sözlerini dinleyince, insanı yaratıp, yenilgiye uğramış tanrıların görmek zorunda oldukları hizmeti ona yıkmaya karar vermiştir.

Ea’yla istişaresi sonucunda, ayaklananların elebaşısının öldürülerek kanıyla insan soyunun yaratılmasına ve tutsak tanrıların serbest bırakılmasına karar verilir. Yüce mahkeme kurulup Kingu buraya çıkarılır ve suçlanır. “Çatışmayı yaratan,” “Ti’âmat’ın ayaklanıp savaşa hazırlanmasına sebep olan” odur. Buna göre, Kingu bağlanıp Ea’nın huzuruna getirilmiştir. Marduk’un akıllıca tasarıları üzerine hareket eden Ea, bazı tanrıların da yardımıyla, Kingu’nun atardamarlarını keser ve kanından insan soyunu yaratır. Artık İnsan, yenilgiye uğramış tanrılar ordusunun işini üstlenerek, Babil’in bir dolu tanrısını besleyecektir.

Bundan sonra Marduk, tüm Anunnakileri -ilk dönemlerde, gökteki ve yerdeki bütün tanrıların genel adı olmuş gibi görünen bir terim- ikiye ayırır. Üç yüzünü göğe, üç yüzünü de yere yerleştirir ve her gruba uygun görevleri tahsis eder. Anunnakiler, Marduk’un eliyle özgürlüğe kavuşmalarından ötürü, bir minnet ifadesi olarak, Babil kentini ve çok katlı kulesiyle, Marduk’un büyük tapınağı Esagila’yı inşa ederler. Sonra tanrılar, neşeli bir şölenden sonra resmi bir meclis toplayarak Marduk’un elli adını yüksek sesle okurlar. Ti’âmat’a karşı savaşa girişmeden önce, Marduk’u en yüce egemenlik güç ve yetkesiyle donatmak üzere daha önce Meclis Sarayında bir araya geldikleri gibi, şimdi de aynı yerde toplanarak tüm tanrıların yetki ve yetenekleriyle birlikte bu elli unvanı resmen ona vermişler ve böylece, Marduk’un bütün yaptıklarını daha da takdir ederek, “yolunu yollar arasında birinci” kılmışlardır.

Şiir, insanları, kendileri için her şey yolunda gitsin diye, bu adları inceleyip öğrenmeye, bellekte tutmaya ve Marduk’un saltanatında sevinip mutlu olmaya teşvik eden bir son deyişle bitmektedir.