Siz hiç ejderha gördünüz mü? Tabii ki de görmediniz. Ancak neye benzediklerini çok iyi biliyorsunuz. Bu sisli ve efsanevi geçmişe sahip canavarlar kültürümüzde öyle bir yer edinmişler ki her köşe başında karşımıza çıkıyor; fantastik kurgu öğeleri olarak kabul edebileceğimiz niteliklere sahip birçok gerçek hayvandan daha çok ilgi görüyorlar. Peki, efsanelere ve mitlere konu olan bu ejderhalar günümüze kadar nasıl unutulmadılar? Bunun da kolay bir açıklaması var;
Hollywood, bilgisayarda üretilmiş görüntü (CGI) teknolojisi ile yarattığı ejderhaları kötülüğün simgesi (Yüzüklerin Efendisi) veya insanların en yakın dostu (Ejderhanı Nasıl Eğitirsin?) haline getirmeden önce ejderhalar, ara ara kitap veya parşomen üzerine yapılan çizimlerle desteklenen, dilden dile dolaşan hikayeler ile varlıklarını sürdürmüşlerdir.
Ancak böylesi bir geçmiş, mitoloji alanında çalışan akademisyenleri uzun süre meşgul edecek bir soruyu da beraberinde getirmiştir: İnsanlar, sayısız kültür ve dil varyasyonu oluşturmuş, büyük ölçüde birbirinden farklı iklimleri ve coğrafyaları yurtları olarak benimsemişlerdir. Ejderha mitleri, bunca kültür, dil, coğrafya ve iklim farklılıklarına rağmen nasıl farklı kültürlerde defalarca yazılmış ve yaratılmıştır?
Bu ejderha mitleri, neredeyse iki ayaklı memeli atalarımızı takip etmiş; sessizce arkalarından uçmuş ve karşılaştığı yeni doğa şartlarına kendini adapte etmiş gibidir.
Ejderhaların Beşiği: Çin ve Asya
Çin, 5 bin yıldan öncesine uzanan geçmişi ile en eski ve devamlı ejderha hikayelerine ev sahipliği yapmaktadır.
Ejderhalar, Çin imgeleminde imparatorluk yönetimini ve iyi talihi sembolize etmekte olup mitlerinde ejderhaların uzak sularda yaşadığına ve kanatsız olmalarına rağmen uçabildiklerine; yağmuru ve dolayısıyla bereketi getirdiklerine inanılmaktadır. 12 yıllık Çin Burç sisteminde ejderha yılları en uğurlu yıllar olarak kabul edilir.
Ejderha sembolleri, yeni yıl kutlamalarında kukla-kostümler, festival yarışlarında tekne dekoru, bina süslemeleri ve diğer birçok kullanım ile binyıllarca varlığını sürdürmüş, Modern Çin’de de sıklıkla karşımıza çıkmaktadır.
Japonya ve Vietnam başta olmak üzere birçok Asya ülkesi de bu ejderha imgeleminden etkilenmiş ve bu imgelemi kendi tasarımlarına adapte etmişlerdir. Bu etkilenmenin izi kolaylıkla sürülebilmektedir; ancak Zen Budizmi ve Kanji yazı biçimi gibi Çin’den alınan diğer kültürel öğelerin oluşturduğu paralelliklere bir açıklama getirmek daha zordur.
Ejderhalar, Avrupa’nın ortaçağ mitlerinde yer almalarının yanı sıra Kuzey Amerika ovalarında yaşamış Amerikan Yerlilerinin, Maya ve Azteklerin kültürlerinde de görülmektedir. Bu fenomenin en ünlü örneği, bol tüylü yılan tanrısı Quetzalcoatl’dır.
Ejderha imgelemi Çin’in diğer komşularında, Hindistan ve Güney Asya ülkelerinde de karşımıza çıkmaktadır. Ejderha kelimesinin tanımını biraz daha genişletirseniz, Kanada’nın kutup bölgelerinde yaşayan Inuit halklarında bile ejderha efsanelerine rastlayabilirsiniz.
Ejderhaların Kökenleri
Mezopotamya’nın canavarlara karşı savaşları konu alan hikayeleri, ejderha konseptini içeren en eski metinler olarak kabul edilmeye adaydır. Örneğin bir Babil mitinde Tiamat adı verilen yılan biçiminde bir yarı tanrı, denizden çıkarak tüm yaşamı kaosa sürükleme tehdidinde bulunur. Bunun üzerine genç ve kahraman tanrı, Marduk, Tiamat’a meydan okur; öldürür ve kozmos’u Tiamat’ın pençelerinden kurtarır.
İncil’de diğer Mezopotamya mitlerine benzer şekilde bu savaşın da yankıları duyulmaktadır. Örneğin, Mezmurlar ve Eyüp Kitabı, İsrail Tanrısı’nın balina ile yılan arası bir varlık olan Leviathan’ı nasıl yok ettiğini konu alır.
Bunun yanında Tiamat hikayesinin varyasyonları Ege ve Avrupa kültürlerinde de sıkça karşımıza çıkmaktadır; öyle ki ejderha veya benzeri bir canavar ile kahraman kurtarıcının savaşı birçok Batı ejderha mitlerinin temelini oluşturmaktadır. Bu mitlerin çoğunda ejderhanın varlık sebebi, kahramanımıza öldürecek bir düşman rolünü oynamaktır.
Yılan-yaratıklar ile olan savaşlar Yunan mitolojisinde de karşımıza çıkmaktadır. Zeus, yıldırım gücünü kullanarak yılan bacaklı, ateş üfleyen bir ejderhayı (Typhon) öldürerek yer ve gök üzerindeki hakimiyetini korur. Yunanların bu Typhon miti, Hititleri de içeren komşu medeniyetlerinden alınmış bir hikaye düzenini takip etmektedir.
İngilizce “dragon” sözcüğünün atası, Yunanca drakōn sözcüğüdür. Bununla beraber Antik Yunanların bu kelimeyi “büyük bir yılan” anlamında kullanıldığı düşünülmekte ve çeviri yerinde bir çeviri olarak kabul edilmemektedir. Drakon sözcüğü ise “izlemek” anlamına gelen bir eylemden türetilmiştir ve bu etimolojik bağ, Jason ve Altın Post (Altın Pösteki olarak da bilinir) hikayesinde gözlemlenebilir.
Hikayeye konu olan ağır ve değerli post, uyku bilmez bir ejderhanın koruması altındadır. Jason’un partneri, Medea, farmakoloji alanında oldukça yeteneklidir. Bu ikili, bu yetenek sayesinde koca ejderhayı kısa süreliğine uyutmayı başarırlar. Bu türdeki Yunan mitleri, bazı kanonik kabul edilen ejderha motiflerini de içermektedir. Örneğin bu eserde ejderhalar, altın bir hazinenin koruyucuları olarak resmedilmektedir.
Büyük Resim
Ortaçağ Batı’sının en bilinen ve standart olarak kabul edilen ejderha hikayeleri, Tiamat ve Perseus mitlerinden yalnızca bir adım ötededir. Örneğin Aziz George Efsanesi’nin klasik sürümünde zehir üfleyen bir ejderha, önce hayvanları, ardından insanları hakimiyeti altına almış; Libya’nın Silene adlı kentine dehşet saçmaktadır ve prensesi gözüne kestirmiştir.
Aziz George, atının üzerinde kente girer ve halkın durumunu görür. Bunun üzerine kentte yaşayan herkesin Hıristiyanlık inancına geçmesi şartıyla ejderhayı öldürmeyi teklif eder. Halk tamamen Hıristiyanlık inancına geçer; Aziz George ejderhayı öldürür ve sayısız ortaçağ illüstrasyonlarına ilham olmuş modeli yaratır.
Hikaye birçok kaynağı temel alarak oluşturulmuş gibidir. Geç antik dönemde Balkanlar bölgesinde Hıristiyanlık inancının popüler figürlerinden biri, şaha kalkmış bir at üzerinde bir askeri resmeder. Bu asker, bazı figürlerde bir hayvanı mızrakla avlarken; bazı diğer figürlerde ise bir yılanın çevrelediği bir ağacın yanında resmedilir.
Resmedilen bu askerler, Hıristiyanlık döneminde adı bilinmeyen aziz askerlere önayak olmuştur. Ancak bu aziz askerler, yılanın yanında durmak yerine yılanı öldürmektedir. Gözlemlenen bu değişiklik, yılana karşı tutumların değişmesiyle açıklanmaktadır; zira yılanlar, bu dönemin öncesinde yaşam ve şifa ile ilişkilendirilmektedir, ancak Yeni Ahit ile beraber kötülüğü ifade etmek için kullanılan bir görsel kısa yol haline dönüşmüştür.
Aziz George, günümüzde Türkiye sınırları içinde bulunan Kapadokya’da M. S. 300 yılında doğmuştur. Aziz George hakkındaki yaygın inanışlar, George’un bir asker olduğunu, pagan tanrılarına ibadet etmeyi reddettiğini göstermekte olup bir Roma tapınağını yaktığı ve bu nedenle öldürüldüğünü öne sürmektedir. Bununla beraber Aziz George, yaşadığı dönemden yüzyıllar sonrasına kadar herhangi bir türde ejderha hikayesi ile ilişkilendirilmemiştir.
Aziz George, 1000 yılından sonraki bir dönemde Gürcistan’da yazılmış bir metinde baş karakter olarak karşımıza çıkar. Gürcistan da İngiltere’ye benzer şekilde bu azizi koruyucu azizleri olarak kabul etmektedir. Haçlılar, Aziz George efsanesini Doğu Akdeniz’den Batı Avrupa’ya taşımış ve ejderhaları ortaçağ hayal gücünün vazgeçilmez öğelerinden biri haline getirmiştir.
Avrupa kıtasında anlatılagelmiş tüm bu efsanelere Typhon hikayesinden ateş üflemeyi, sembolleri, alıkonulmuş bir prensesi, bir ejderhayı, bir şövalyeyi, bir savaşı ve bir tür ödülü dahil ettiğinizde modern ejderha anlatılarına benzer eserler ortaya çıkmaktadır.
Karşılaştırmalı Mitoloji
Batı gelenekleri kapsamında birçok farklı kültürde ejderhalara ilişkin metinler sıklıkla karşımıza çıkmakta olup günümüz ejderhaları ile antik Asya ejderhaları arasında açık bağlantılar tesis edilebilmektedir. Ancak bu iki ayrı gelenek (batı ve doğu), dünyadaki tüm paralelleriyle beraber nasıl tek bir potada eriyebilmiş ve ortaya alışık olduğumuz ejderha imgesini çıkarmıştır?
Mitolog Joseph Campbell, erken dönem psikoloji teorisyeni Carl Jung’un fikirlerini takip ederek insanlarda kalıtsal olarak aktarılan, paylaşılan deneyim haznesine dikkat çekmekte ve ejderha sembolünün belki de insanların öğrenmeden içkin olarak bildiği bir sembol olduğunu, kolektif bilinçdışımızın bir parçası olduğunu öne sürmektedir. Bu düşünceyi destekleyen bir başka alan da hayvan davranışları üzerine yapılan çalışmalardır.
Antropolog David E. Jones, Bir Ejderha İçgüdüsü (İNG: “An Instinct for Dragons”) adlı kitabında primat atalarımıza ejderha biçimini tanımaya yönelik bir içgüdünün doğal seçilim yoluyla ve milyonlarca yıllık bir süreçte kazındığını öne sürmektedir.
Jones, bu teorisini vervet maymunlarının içgüdüsel olarak yılanlara, büyük kedigil ve avcı kuş fotoğraflarına karşı tepki gösterdiği gerçeğine dayandırmaktadır.
Ortak atalarımızın oluşturduğu topluluklarda kendilerini öldürebilecek tehditlerden kaçınma içgüdüsüne sahip bireyler ortalama olarak daha uzun yaşamakta ve daha fazla yavru sahibi olmaktadır. Jones da bu gerçeğe dayanarak ejderhaların nihai avcılarımızın bir birleşimi olduğunu ifade eder; zira ejderhaların kanatları büyük avcı kuşlardan, çene ve pençe yapısı büyük kedigillerden ve bedenleri yılanların bedenlerinden esinlenerek oluşturulmuştur.
Bu teoriyi eleştiren kişiler ise teorinin genel kabul görmesi ve/veya kanıtlanması için daha fazla kanıta ihtiyaç duyulduğunu öne sürmektedir. Bununla beraber teori, yine de oldukça dikkat çekici bir teoridir.
Ejderha mı, Dinazor mu?
Bilim tarihçisi Adrienne Mayor, İlk Fosil Avcıları (İNG: “The First Fossil Hunters”) adlı kitabında antik metinlerde halk paleontolojisine dair kimi alternatif örnekler sunmaktadır. Zira insanlar, jeolojik dönemlere yönelik herhangi bir bilgi edinmeden önce de çeşitli fosiller keşfetmeye başlamış; büyük bilgi eksikliklerine rağmen bu akıl almaz keşifleri açıklamaya çalışmışlardır.
Örneğin nesli tükenmiş Avrupa filinin tek bir femur kemiği, devasa insanlara yönelik belirli fikirlere ilham olabilir. Bunun yanında dinazorların bütünlüğünü korumuş iskeletleri, tarih öncesi bir zürafanın bombeli kafatası gibi örnekler, bir antik seyyahın ejderhaya benzer bir hayvanı hayal etmesine aracı olabilir. Bu fenomenler, Heredot gibi klasik doğa tarihçilerinin dolaylı anlatımları çözümleme mecburiyetinde bırakmıştır. Bu tarihçiler, tuhaf hayvanlara ilişkin raporlara azami düzeyde tolerans göstermiş ve tuhaf hibrit türlere şüpheyle yaklaşmıştır.
Bu çerçevede ejderhaların birden fazla kültürde ayrı ayrı ortaya çıktığı teorisi, kendini destekleyecek yönde kanıt üreten bir niteliğe kavuşur; Batı ve Asya ejderhaları dış görünüş bağlamında birbirlerine oldukça benzemektedir; ancak kesinlikle aynı şey değillerdir. Mitlerde oynadıkları roller bağlamında farklılık gösterirler.
Bunun yanında Mezopotamya ejderhaları da işlevleri bakımından çeşitli farklılıklar barındırmaktadır. Bazı ejderhalar suculdur; klasik Avrupa ejderhasının ise suyla hiçbir ilgisi yoktur. Quetzalcoatl gibi figürler bu farkları bambaşka boyutlara taşırlar.
İbranice İncil örneklerinde karşımıza çıkan “ejderha” (İNG: “dragon”) terimi, ifade edilmek istenen varlığın ilgili kategoriye (ejderha) girebileceğine yönelik bir düşüncenin ürünü, yani bir çeviri kararıdır. Bu tür çeviri kararlarına yönelik yaklaşımlar kendi aralarında birçok farklılık göstermektedir; örneğin Çince ejderha anlamına gelen lóng sözcüğü yerine farklı sözcükler de kullanılabilirdi.
Ejderhaların Dünyası
Tüm bunlarla beraber bir araştırmacı ejderha kavramının oldukça eski olduğunu öne sürmektedir. Harvard Üniversitesi’nde Sanskritçe öğretmeni olan Michael Witzel, erken Homo sapiens türünde kültürümüzün yerleşim ve göç yoluyla ikiye ayrıldığını ve bu yolla ejderha mitlerinin de birbirinden ayrıldığı fikrini savunmaktadır.
Genetik kanıtlar göz önünde bulundurulduğunda bir grubun Asya, Endonezya ve Avusturalya’yı da içeren bir güney göç rotasını takip ettiği; ikinci bir süpergrubun ise Avrupa ve Amerika’nın büyük bir kısmına yerleşmek üzere ayrıldığı görülmektedir. Witzel’in iddiasına göre en eski ejderha mitlerinin yapıları (örneğin Asya ejderhalarının iyi huylu, Avrasya ve Amerikan ejderhalarının kötü huylu olması) 15 bin yıl kadar geçmişe, yani bu ayrıma dayanmaktadır.
Ancak bu genellemelerin istisnaları da yok değildir. Çin yaratılış mitinin birkaç bölümü bir tanrıça figürüne, Nüwa’ya ev sahipliği yapmaktadır. Nüwa’nın başı insan başıdır; kendisinin ve eşinin (Fu Xi) bedeni yılan bedenidir. Anlatıya göre yer ve gök yaratıldıktan sonra Gonggong isimli huzursuz bir ejderha, isyan eder ve çevresini kaosa sürükler.
Nüwa, Gonggong’un sebep olduğu kozmik hasarı bir dereceye kadar düzeltir ve yarattığı insanların güvenliğini sağlar. Mitte Nüwa ve Fu Xi yılan olarak tasvir edilmekte; Gonggong ve sebep olduğu yıkım ise Çin kültürüne hakim “Ejderhalar iyi varlıklardır.” düşüncesiyle bir tezat oluşturmaktadır.
Japonya’yı yarattığı düşünülen tanrılardan birinin efsanesi, diğer ülkelerin ejderha efsanelerine daha büyük oranda paralellik göstermektedir. Fırtına tanrısı Susano’o, zor durumda olan bir çift yaşlı tanrıya rastlar. Sekiz başlı ve sekiz kuyruklu devasa bir yılan olan Yamata no orochi, bu çiftin kızlarından yedisini afiyetle yemiş ve sekizinci kızlarının, Kushinadahime’nin peşine düşmek üzeredir.
Susano’o, yaşlı çiftin kızıyla evlenme sözlerine karşılık kızlarını korumayı kabul eder. Susano’o, Kushinadahime’yi bir saç tarağına dönüştürür ve güvenle saklamak amacıyla saçına takar; yaşlı çifte ise canavarı uyutmak amacıyla sekiz ayrı kapta yeteri kadar sake (bir tür Japon içkisi) hazırlamaları yönünde bir talimat verir. Susano’o, bu yolla canavarı öldürebilecektir.
Susano’o, Yamata no Orochi’nin bedeninde değerli bir kılıç bulur. Bu kılıç, Japonya’nın hükümdarlarının bir sembolü haline gelmiştir.
Sonuç
Yüzüklerin Efendisi’nden Ejderhanı Nasıl Eğitirsin gibi filmlerden Eragon ve Witcher gibi popüler serilere kadar birçok alanda karşımıza çıkan ve hayal gücümüzü süsleyen ejderhaların geçmişi de bir o kadar ilgi çekicidir ve yıllardır araştırılmaktadır.
Bununla beraber ejderha figürünün tarihinin 15 bin yıl kadar geçmişe uzanıyor olması ve bu figürün Uzakdoğu’dan Mezopotamya’ya, Amerika’ya kadar birçok kültürde yer alması hem bu araştırmalarda kullanılabilecek kaynakları artırmakta; hem de araştırmacıların işini zorlaştırmaktadır.
Zira bu kaynak bolluğu “Doğuda ejderhalar iyidir, Batıda ejderhalar kötüdür.” gibi genellemelerin yapılabilmesini sağlamakta; ancak beraberinde “Nasıl oluyor da bu kadar farklı kültürde bu denli benzer ejderha figürlerine rastlıyoruz?”, “Bu kültürel benzerliklerin temelinde ne var?” gibi soruları da getirmektedir.