Orta Çağ Kilisesi

Orta Çağ Kilisesi; Orta Çağ Avrupa’sında (yaklaşık 476-1500) dini uygulamalar üzerinde Katolik Kilisesi’nin hakimiyeti ve bilgisi vardı.

Halkın çoğunluğu Hristiyandı ve o dönemde “Hristiyan” kelimesi “Katolik” manasına geliyordu, zira bu dinin başlangıçta farklı bir usül yoktu.

Ne var ki Orta Çağ Kilisesi’nin yozlaştığı algısı, günümüzde Protestan Reformu adıyla bilinen hareketin ilham kaynağı olmuştu.

Erken dönem reformcuları denilen John Wycliffe (yaklaşık 1330-1384) ve Jan Hus (yaklaşık 1369-1415) gibi düşünürler Martin Luther’e (yaklaşık 1483-1546) ilham vermiş ve kilise yönetimi altında sapkınlıkla itham edilen Bogomiller (Slavca: Tanrı’nın sevdiği) ve Katharlar (“arınmışlar, temizler” manasına gelmektedir.) gibi daha önceki dini tarikatlardan etkilenerek kilisenin yozlaşmasına ve suistimallerine karşı mücadele etmişlerdir.

Yine de, bu eleştiriler haklı olsa da, kilise hastalara, yoksullara, dullara ve yetimlere bakan ve kadınlar için eğitim ve meslek fırsatları sağlayan çeşitli kurumlarıyla halkın yararına çalışmaya yönelik vizyonunu göz ardı etmemiştir.

Orta Çağ’da kilisenin bireyin hayatını düzenlemeye ve belirlemeye odaklı olduğu doğru olsa da, öğretileri reddedilse ve din görevlileri çoğu zaman en vasıflı kişiler olmasa da, yine de kilise Tanrı’nın iradesinin ve yeryüzündeki varlığının bir tezahürü olarak kabul ediliyordu.

Pek çok din görevlisinin Tanrı’nın çıkarlarından çok kendi çıkarları uğruna hareket ettiği apaçık görünse bile, kilisenin emirleri sorgulanmamalıydı, zira Tanrı’nın kullandığı aracılar hatalı olsa bile, evrenin Yaratıcısı olarak hala kontrolün elinde olduğu anlaşılıyordu.

Kilisenin otoritesine vurulan en büyük darbe 1347-1352 yılları arasında yaşanan ve insanların ölmesini ya da vebanın yayılmasını önlemek konusunda hiçbir çaba göstermeyen Tanrı’nın aracılarının gücüne kuşkuyla bakmaya başladıkları Kara Ölüm salgını yoluyla gerçekleşti.

Her ne kadar Kara Ölüm kilisenin gücünün kırılmasına yol açan yegâne sebep olmasa da, kilisenin Tanrı’nın iradesini anlayıp temsil ettiği yönündeki iddialara meydan okudu. Karşılık bulmayan bu meydan okuma Wycliffe ve Hus gibi din görevlilerini sorgulamaya sevk etmiş ve nihayet Luther’in itirazlarıyla başlayan Protestan Reformu (1517-1648) Orta Çağ Kilisesi’nin gücünü sarsmıştı.

Kilise Yapısı ve İnançlar

Kilise, İncil’e göre, Göklerin Egemenliği’nin anahtarlarını kendisine vereceği havarisi olan Petrus’u “ben kilisemi bu kayanın üzerine kuracağım” olarak belirten İsa Mesih aracılığıyla Tanrı’dan yetki almıştır (Matta 16:18-19). Dolayısıyla Petrus ilk papa, yani kilisenin başı ve diğerleri de onun aynı tanrısal yetkiye dayanan halefleri olarak kabul edilmişlerdir.

Kilise, Orta Çağ’a gelindiğinde köklü bir hiyerarşi sistemine sahipti:

  • Papa – Kilise’nin başı
  • Kardinaller – Papa’nın danışmanları; kilisenin yöneticileri
  • Piskoposlar/Başpiskoposlar – bir katedral veya bölge üzerindeki dini amirler
  • Rahipler – bir cemaat, köy ya da kasabanın kilisesi üzerinde yetkili dini görevliler
  • Manastır Tarikatları – bir başrahip/rahibe gözetiminde manastırlarda yaşayan din görevlileri

Kilise, İsa Mesih’in İbrani kutsal metinlerinde bildirildiği üzere tek gerçek Tanrı’nın dünyaya gelen tek oğlu olduğu ve (Hristiyan Eski Ahit’i adını alacak olan) bu metinlerin İsa’nın gelişini önceden müjdelediği inancını sürdürüyordu.

Dünya ile insanlığın tarihi, Tanrı’nın kelamı ile dünyanın en eski kutsal metni sayılan Hristiyan İncil’ini oluşturan ve tanrısal iradeye göre nasıl yaşanacağına – yani öldükten sonra cennette ebediyen yaşama nasıl kavuşulacağına – yönelik bir tür öğreti niteliği taşıyan kutsal yazılar aracılığıyla ortaya konmuştur.

Urban II at the Council of Clermont
Clermont Konsili’nde II. Urban Jean Colombe (Public Domain)

Ancak kilisenin öğretilerine göre, İncil’in yorumlanması sıradan bir insanın yapamayacağı kadar büyük bir sorumluluktu ve bu nedenle din görevlileri manevi bir gereksinim olarak görülüyordu.

Kişi Tanrı’yla konuşmak ya da İncil’i doğru anlamak konusunda kendi din görevlisine güvenirdi, zira din görevlisi bir üst amiri tarafından görevlendirilirdi, o da bir başkası tarafından görevlendirilirdi ve bunların hepsi Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi olan Papa’nın yetkisi altındaydı.

Kilisedeki hiyerarşi toplumdaki düzeni yansıtıyordu. İnsan belli bir sınıfta doğar, anne babasının mesleğine uyar ve onların yolunda ölürdü.

Kilise, kişinin belirli şartlar altında dünyaya gelmesinin Tanrı’nın iradesi olduğunu ve kişinin kendi yaşamını düzeltmeye çalışmasının Tanrı’nın yaptığı bir hata olduğunu iddia etmekle aynı manaya geldiğini öğrettiğinden, toplumsal hareketlilik nadiren görülen bir durumdu. Dolayısıyla insanlar kendi kaderlerini kabul eder ve ellerinden gelenin en iyisini yaparlardı.

Gündelik Yaşamda Kilise

Orta Çağ insanlarının yaşamları ”Kilise” ekseninde dönüyordu. İnsanların, bilhassa kadınların, her gün üç ila beş kez dua amacıyla ve haftada en az bir kez ayin, günah çıkarma ve tövbe amaçlı pişmanlık eylemleri nedeniyle kiliseye gittikleri bilinmekteydi.

Kilise vergi ödemezdi ve bir kasaba ya da kent halkı tarafından desteklenirdi. Halk, gelirlerinin %10’unu oluşturan ondalık vergiler aracılığıyla kilise rahibini ve genel olarak kiliseyi desteklemekten sorumluydu. Alınan vergilerle vaftiz törenleri, kiliseye kabul edilme ayinleri ve cenaze törenlerinin yanı sıra azizler günü törenleri ve Paskalya kutlamaları gibi kutsal gün bayramları da finanse edilirdi. Ayrıca, bu vergiler yoksul evleri, yetimhaneleri, okulları ve kendi geçimini sağlayamayan dini tarikatları da kapsayan sosyal kurumlara destek oluyordu.

Christian Pilgrimage in the Middle Ages, c. 1000
Orta Çağ’da Hristiyan Hac Yolculukları, 1000 Yılı Civarı Simeon Netchev (CC BY-NC-SA)

ORTA ÇAĞ İNSANLARI AÇISINDAN KİLİSENİN ÖĞRETİLERİ KESİNLİK TAŞIYORDU. HİÇ KUŞKUYA YER YOKTU VE SORGULAMAYA MÜSAMAHA GÖSTERİLMEZDİ.

Küçük bir kasaba kilisesinde ya da kent katedralinde cemaatin yaşam merkezi mihrap değil, ancak vaftiz kurnası olabilirdi. Bu, bebek ya da erişkin insanların vaftizi sırasında, çoğu zaman oldukça büyük ve derinliği bulunan, aynı zamanda bir suçla itham edildiğinde kişinin suçunu ya da masumiyetini belirlemeye yönelik taştan yapılmış ayaklı bir kaptı.

Bir kişinin adını temize çıkarmak amacıyla, bağlanarak kurnaya atıldığı bir çile ile imtihandan geçmesi gerekiyordu. Sanık yüzerse, bu açıkça suçlu olduğunu gösterirdi; eğer batarsa, bu masum olduğu manasına gelirdi, ancak suçlanan kişi genellikle boğularak ölürdü.

İngiliz kralı Athelstan (hükümdarlık dönemi 924-939) zamanında, bu tür çile bir imtihanın usulleri kanun hükmüne bağlanmıştır:

Her kim çile ile imtihan edilmeye ant içerse, görevi bu [çile ile imtihan edilme/yargılanma] kutsamak üzere ayin yapan rahibe üç gün öncesinden gelmeli ve bu çile ile imtihana edilinceye kadar ekmek, su, tuz ve sebzeyle beslenmeli, her üç günde de ayinde hazır bulunmalı, çile ile imtihana gideceği gün adağını sunup komünyona katılmalı ve ardından çile ile imtihana girmeden önce ortak yasaya göre bu suçlamadan dolayı masum olduğuna dair ant içmelidir. (Brooke, 107)

Ayrıca sanıkların kızgın bir demiri tutmaya ya da yanında taşımaya mecbur bırakıldığı demire tutunma imtihanı da vardı. Kişi elleri yanmadan ve kabarmadan kızgın demiri tutabilirse masum sayılırdı; kimsenin masum bulunduğuna dair bir kayıt yoktur. Suyla yapılan çile ile imtihanın akarsular, nehirler ve göllerde de gerçekleştirildiği olmuştur.

Örneğin büyücülükle suçlanan kadınların genellikle kedileri (şeytani tanıdıkları olduğu düşünülürdü) bir çuvala bağlayıp bir su kütlesine atılırlardı. Kaçıp yüzeye çıkmayı başarırlarsa suçlu bulunup infaz edilirlerdi, ancak çoğu zaman boğulurlardı.

Tıpkı infazlar gibi çile ile imtihan edilmeler/yargılanmalar de bir tür halk eğlencesiydi ve tıpkı festivaller, evlilikler ve toplum hayatındaki benzer etkinlikler gibi halkın kiliseye ödediği ondalıklarla karşılanıyordu. Alt sınıf her zamanki gibi kilisenin harcamalarının ağır yükünü taşıyordu, ancak soyluların da cennette kendilerine bir yer temin etmek ya da arafta geçirecekleri süreyi kısaltmak amacıyla kiliseye büyük miktarlarda bağışta bulunmaları gerekiyordu.

Kilisenin araf konusundaki öğretileri – ruhların günahlarını ödeyinceye kadar kaldıkları, cennet ile cehennem arasında bir berzah âlemi – endüljans olarak bilinen ve bir bedel karşılığında arafta kalma süresini kısaltmayı vadeden yazılı belgeleri satan pek çok din görevlisi açısından büyük bir servet oluşturuyordu.

Kutsal emanetler bir başka gelir kaynağı olup, vicdandan yoksun olan din görevlilerinin İsa’nın haçından sahte parçacıklar, bir azizin parmağı ya da ayak parmağı, Kutsal Topraklar’dan bir şişe su ya da sözde uğur getirecek ya da talihsizlikleri uzaklaştıracak çeşitli nesneler satmaları yaygın bir durumdu.

Dante, Florence Cathedral
Dante, Floransa Katedrali Vitosmo (CC BY-NC-SA)

Orta Çağ insanları açısından kilisenin öğretileri kesinlik taşıyordu. Hiç kuşkuya yer yoktu ve sorgulamaya müsamaha gösterilmezdi. Ya kilisenin içinde ya da dışındaydınız ki dışarıda olduğunuzda da toplumun geri kalan kesimiyle olan etkileşiminiz sınırlıydı.

Örneğin Yahudiler, Hristiyanlarla iç içe kendi yaşadıkları bölgelerde yaşıyorlardı ve sürekli aşağılayıcı muameleye maruz kalıyorlardı. Fransa kralı Charles Martel (hükümdarlık dönemi 718-741), Puvatya (Balâtu’ş-Şühedâ olarak da bilinir, 732) Muharebesi’nde Müslümanların Avrupa’yı istilasını yenilgiye uğrattı ve o dönemde İspanya ile ticaret yapan gezici tüccarlar haricinde Avrupa’da Müslümanlara pek rastlanmıyordu.

Bu nedenle, her iki inanca da bağlı olmayan bir Avrupa vatandaşı, ailesiyle ve toplumuyla ilişki kurabilmek ve yaşamını sürdürebilmek amacıyla kilisenin ortodoks görüşüne bağlı kalmak zorundaydı. Kişi bunu yapamayacak durumda ise (ya da en azından yapıyormuş gibi görünüyorsa), geriye tek kalan seçenek sapkın denilen bir mezhep oluyordu.

Yozlaşma ve Sapkınlık

Orta Çağ’ın sapkın mezhepleri, kilisenin yozlaşmasına karşı verilen tepkilerden ibaretti. Kilisenin verdiği ondalıklar (Eskiden Harman Ürünlerinden Onda Bir Oranında Alınan Vergi) ve bol keseden dağıtılan hediyelerle elde ettiği muazzam zenginlik, yalnızca daha da büyük bir servet elde etme isteğini uyandırıyor ve bu da güç manasına geldiği anlamına geliyordu. Bir başpiskopos, her ne sebeple olursa olsun, bir soyluyu, bir kasabayı ve hatta bir manastırı aforozla (kişinin Kiliseden ve dolayısıyla Tanrı’nın lütfundan ve diğer vatandaşlarla olan ilişkilerinden mahrum bırakılması) tehdit edebilirdi ve bunu çoğu zaman uygulardı. Bingenli Hildegard (yaklaşık 1098-1179) gibi tanınan ve dini inançlarına bağlı kişiler bile kilisenin bir üstüyle aynı fikirde olmadıkları gerekçesiyle aynı doğrultuda ‘disipline’ tabi tutulmuşlardır.

Depiction of Hildegard of Bingen in the St. Foy Church
Bingenli Hildegard’ın St. Foy Kilisesi’ndeki Tasviri Ralph Hammann (CC BY-SA)

Din görevlileri genellikle yozlaşmış durumdaydı ve pek çok durumda yalnızca aile nüfuzları ve iltimasları sayesinde görevlerini sürdürüyorlardı. Akademisyen G. G. Coulton, 1281 tarihli bir mektupta yazarın “rahiplerin cehaletinin halkı nasıl yanlışa sürüklediği” (259) konusunda uyarıda bulunduğunu ve ardından Angers Piskoposu Guillaume le Maire’in konuyla ilgili yazdığı bir mektubu aktarır:

Ruhbanlık, sayısız rezil yaşam süren, ilim ve ahlak yönünden son derece seviyesiz, menfur yaşantıları ve tehlikeli düzeydeki cehaletlerinden ötürü sonu gelmeyen sıkandalların yaşandığı, Kilise ayinlerinin dindar olmayanlarca hor görüldüğü ve pek çok bölgede dindar olmayan halkın ruhban sınıfını [aşağılık] olarak nitelendirdiği kimselerden oluşur. (259)

Orta Çağ mistiği olan Margery Kempe (M.S. 1342-1438) zengin din adamlarına bozulan hayatlarını yeniden düzenlemeleri konusunda çağrıda bulunurken, yaklaşık 200 yıl önce Bingenli Hildegard, John Wycliffe ve Jan Hus gibi kişiler de aynısını söylemişti.

Kilisenin izlediği politikalara karşı çıkanlardan bazıları farklı dini mezheplere katılarak kendi topluluklarında huzur içinde yaşamaya çalıştılar. Bunların en iyi bilinenlerinden biri, yakınlarında ya da içinde yaşadıkları Katolik topluluklarıyla etkileşim halinde olsalar da kendi ayinleri, ritüelleri ve inanç sistemlerine sahip olan Güney Fransa’daki Katharlar idi.

Kilise her zaman bu tür toplulukları kınamış ve ortadan kaldırmış, üyelerini topluca katletmiş ve sahip oldukları topraklara kilise mülkü sayarak el koymuştu. Katolik öğretilerine bağlı olan Beguines gibi Ortodoks bir topluluk bile, halkın ihtiyaçlarına bir tepki olarak kendiliğinden ortaya çıktığı ve kilise öncülüğünde faaliyet göstermediği gerekçesiyle kınanmıştır.

Beguine’ler rahibeler gibi yaşayıp toplumlarına hizmet eden, tüm mal varlıklarını ortak kullanan, yoksulluk ve başkalarına hizmetle dolu bir ömür süren sıradan kadınlardı, ancak kilise bu kişileri onaylamadı ve dolayısıyla kınandılar; 14. yüzyılda erkek muadilleri olan Beghard’larla birlikte tasfiye edildiler.

Pope Innocent III & the Albigensian Crusade
Papa III. Innocent ve Albigensian Haçlı Seferi Unknown Artist (Public Domain)

Gerek bu gruplar gerekse benzerleri, kilisenin hiçbir ayini olmadan İncil’in Kutsal Yazılardan kaynaklanan otoritesine dayanarak ruhani özerkliklerini korumaya çalışıyorlardı. Katharlar Mesih’in çarmıhta ölmediğine ve bu nedenle yeniden diriltilemeyeceğine, bunun yerine Tanrı’nın oğlunun insanlığın günahlarına karşılık daha yüksek bir boyutta manevi anlamda beden bulduğuna inanıyorlardı.

İncil’deki hikayelerin geçmişte yaşanmış bir olayın anlatıldığı değişmez tarihler olmaktan ziyade, kullanılan sembolik dilin yarattığı alegoriler şeklinde algılanması gerektiğini iddia ediyorlardı. Dahası, hayatlarını adadıkları tanrısal varlıktaki dişil ilkeye (Sophia adıyla bilinen) duyulan saygıyla, tanrısal olanın içindeki dişil ilkeyi savunuyorlardı.

Yaşamlarını sadelikle sürdüren ve çevrelerindeki topluluğa hizmet eden Katharlar hiçbir servete sahip değildi, din görevlileri de hiçbir şeye sahip değillerdi ve Katoliklerden bile kutsal kişiler oldukları yönünde büyük saygı görüyorlardı; ayrıca Kathar toplulukları birbirinden kıymetli mal ve hizmetler sunuyorlardı. Beguine’ler de ortodoksluk haricinde hiçbir inanca sahip olmadıklarını söyleseler de, yoksullara ve bilhassa yoksul bekar annelerle çocuklarına yardımcı olma konusunda aynı derecede inançlı ve fedakar davrandılar. Her iki oluşum da insanlara kilisenin öğretilerinin kınadığı bir yaklaşımı sunuyordu.

Reform Hareketleri

John Wycliffe ve müritleri (Lollards adıyla bilinirler) XIV. yüzyıldan beri reform çağrısında bulunuyorlardı ve günümüz okuyucusu için reforma yönelik neden ciddi bir girişimde bulunulmadığını tam olarak kavramak zor olabilir, ancak bunun nedeni basitçe modern çağın dini ifade konusunda çok farklı meşru yollar sunmasıdır. Orta Çağ Avrupa’sında Katolik Kilisesi haricinde geçerli bir Hristiyan inanç sistemi olabileceği düşünülemezdi.

Orta Çağ insanları gözünde cennet, cehennem ve araf son derece hakiki mekanlardı ve hiç kimse kiliseyi eleştirerek Tanrı’yı gücendirmeyi ve kendisini etrafı iblislerle dolu bir ateş gölünde ebediyen azap çekmeye mahkum etmeyi riske atamazdı. Şaşılacak olan, neden daha fazla insanın reform çağrısında bulunmadığından çok, bunu denemeye kimsenin cesaret edememiş olmasıydı.

Protestan Reformu, kilisenin gücünü yıkma girişimi şeklinde ortaya çıkmamış, yalnızca kilisenin kötüye kullanımı ve yozlaşmasını düzeltmeye yönelik farklı bir arayış olarak ortaya çıkmıştır. Martin Luther, kilisenin kötüye kullanımı olarak gördüğü şeyler karşısında duyduğu kaygıdan ötürü öfkeye kapılan ileri derecede eğitimli bir Alman rahip ve keşişti.

Martin Luther’in yazdığı ünlü Doksan Beş Tez (1517), İncil’de hiçbir yeri ve manevi karşılığı olmayan bir para kazanma yöntemi olarak endüljans satışını (Kiliseler halktan para toplayarak cennetten toprak satma durumu) eleştiriyor ve kilisenin birtakım öğretilerine karşı çıkıyordu.

Martin Luther
Martin Luther Sergio Andres Segovia (Public Domain)

Papa X. Leo 1520 yılında Luther’i kınamış ve ondan eleştirilerinden vazgeçmesini ya da aforoz edilmesini talep etmiştir. Ancak Luther bundan vazgeçmeyi reddedince, Papa Leo 1521’de aforoz kararını uygulamaya koydu ve böylece Luther bir kanun kaçağı durumuna düştü. Kendisinden önce Wycliffe, Hus ve diğerleri gibi Luther de yalnızca kilise politikası ve uygulamalarında bir reform çağrısında bulunuyordu.

Tıpkı Wycliffe gibi o da İncil’i Latince’den halk diline çevirmiş (Wycliffe Latince’den Orta İngilizce’ye, Luther ise Latince’den Almanca’ya), bir rahibin inanan ile Tanrı arasına aracı girmesi gerektiği yolundaki sakerdotalizm (papazlık sistemi) kavramına karşı çıkmış ve kişinin Tanrı’yla doğrudan iletişim kurması gerektiğinde tek ihtiyacının İncil ve dua olduğunu savunmuştur.

Bu iddialarda bulunurken elbette yalnızca papanın otoritesini zayıflatmakla kalmamış, aynı zamanda bu konumu – ve kardinallerin, piskoposların, başpiskoposların, rahiplerin ve diğerlerinin – yetkilerini etkisiz ve geçersiz hale getirmiştir.

Martin Luther’e göre, kurtuluş insanların yaptıkları iyi işlerle değil, Tanrı’nın lütfuyla sağlanıyordu ve bu nedenle kilisenin insanlardan yapmalarını istediği tüm işlerin ebediyen bir faydası yoktu ve yalnızca kilisenin hazinesini doldurmaya ve büyük katedralleri inşa ettirmeye yaramaktaydı. Luther’in sahip olduğu karizma ve matbaayı akıllıca kullanarak, Almanya’daki siyasi ortam sayesinde, önceki girişimlerin aksine onun reform çabaları başarıya ulaştı.

Daha sonra Huldrych Zwingli (yaklaşık 1484-1531) ve John Calvin (yaklaşık 1509-1564) gibi diğer reformcular da bu hareketi bulundukları bölgelerde devam ettirdiler.

Sonuç

Kilisenin dini inanç ve uygulamalar üzerindeki tekeli kırılmış ve yeni bir manevi özgürlük dönemi başlamış olup, ancak bu bedel ödemeden gerçekleşmemişti. Orta Çağ Kilises’nin otoritesinden kurtulma gayretiyle, özgürlüğüne yeni kavuşan protestocular manastırları, kütüphaneleri ve katedralleri yerle bir ettiler; bu yapıların kalıntıları günümüzde de Avrupa’nın dört bir köşesinde görülebilmektedir.

Trent Konsili’nde kendi temsilcileri tarafından da anlaşılacağı üzere, Kilise elinden gelenin en iyisini yapamamış ve din görevlileri çoğu zaman manevi arayışlardan çok dünyevi mallara ve zevklere duyulan tutkuyla öne çıkmıştır, ancak aynı zamanda, tıpkı yukarıda değinildiği gibi, Kilise hastaneleri, okulları ile üniversiteleri, yoksulların ve hastaların bakımına yönelik toplumsal sistemleri hayata geçirmiş ve kadınların kendi maneviyatlarına, hayal güçlerine ve tutkularına bir çıkış noktası sunan dini tarikatları ayakta tutmuştur.

Bu kurumlar bilhassa 1347-1352 yılları arasında yaşanan Kara Ölüm salgını döneminde iyice önem kazanmış, bu dönemde Kilise hiç kimsenin yardım edemediği durumlarda hastalara ve ölmekte olanlara elinden gelen her türlü desteği sağlamıştır.

Ne yazık ki Protestan Reformu, Orta Çağ Kilisesi’nin reformcuların yozlaşma olarak algıladıkları duruma ve veba salgınına bir neden ya da çözüm bulma konusundaki yetersizliğine gösterdiği tepkiyle yaptığı iyiliklerin çoğunu yerle bir etmiştir.

Nihayetinde, farklı hareketlerin günümüzde bilinen Hristiyan Protestan mezhepleri Lüteriyenler, Presbiteryenler, Episkopalyalılar vb. olarak organize olacak – ve kendilerine ait yüksek eğitim kurumları, hastaneleri ve toplumsal içerikli programları kuracaklardır. Reform hareketi başladığında, Orta Çağ’ın yegâne güç merkezi olan ve ilerleyen dönemde pek çok Hristiyan din anlayışı arasında yalnızca bir seçeneğe dönüşen Kilise bulunmaktaydı.

Source link