Mısır mitolojisi, en azından M.Ö. 4000’lerden (defin uygulamaları ve mezar resimlerinden anlaşıldığı üzere) Mısır’ın Ptolemaios Hanedanlığı’nın son hükümdarı VII. Kleopatra’nın ölümüyle M.Ö. 30’a kadar eski Mısır kültürünün inanç yapısı ve temel dayanağıydı.
Eski Mısır’da yaşamın her alanında, dünyanın yaratılışı ve bu dünyanın tanrılar tarafından sürdürülmesini anlatan hikayeler yer alıyordu. Mısır dini, ticaret yoluyla diğer kültürleri etkilemiş ve özellikle M.Ö. 130 yılında İpek Yolu’nun açılmasından sonra Mısır’ın liman kenti İskenderiye’nin önemli bir ticaret merkezi olması nedeniyle yaygın hale gelmiştir.
Mısır mitolojisinin diğer kültürler için önemi, ölümden sonra sonsuz yaşam, merhametli tanrılar ve reenkarnasyon kavramlarının geliştirilmesinde yatmaktadır. Yunanlı Pisagor ve Platon‘un Mısır’ın reenkarnasyon inancından etkilendikleri söylenirken, Roma dini kültürü de diğer medeniyetlerden olduğu kadar Mısır’dan da geniş ölçüde etkilenmiştir.
İnsan varoluşu Mısırlılar tarafından, Mısır panteonunu oluşturan çok sayıdaki tanrı formundaki doğaüstü güçler tarafından yönetilen ve düzenlenen ebedi bir yolculuğun sadece küçük bir bölümü olarak anlaşılmıştır. Tarihçi Bunson’a göre,
Bazı dönemlerde Huh olarak adlandırılan Heh, Hermopolis’teki Ogdoad’ın [Eski Krallık döneminde tapınılan sekiz tanrı, M.Ö. 2575-2134] orijinal tanrılarından biriydi ve sonsuzluğu temsil ediyordu – Mısır dini inançlarında tüm insan yaşamının amacı ve yazgısı, ölümlülerin sonsuz mutluluğa erişebileceği bir varoluş evresiydi. (86)
Bununla birlikte, kişinin dünyevi yaşamı daha büyük bir şeyin başlangıcı değil, tüm yolculuğun bir parçasıydı. Mısırlıların öbür dünya kavramı, kişinin dünyadaki hayatının (özellikle de Mısır’daki hayatının) bir aynasıydı ve kişi ebedi yolculuğunun geri kalanından keyif almayı umuyorsa bu hayatı layıkıyla yaşamış olmalıydı.
Dünya’nın Yaratılışı
OSİRİS KENDİSİNİ DÜŞÜNCELİ VE SAĞDUYULU BİR TANRI OLARAK YANSITTI VE ATUM TARAFINDAN DÜNYANIN KONTROLÜ KENDISINE VERİLDİ, O DA DAHA SONRA KENDİ İŞLERİYLE İLGİLENMEYE KOYULDU.
Mısırlılar için yolculuk, dünyanın ve evrenin karanlıktan ve karmaşadan doğuşuyla başlamıştı. Bir zamanlar biçimsiz ve anlamsız sonsuz karanlık sudan başka bir şey yoktu. Bu boşluğun içinde yaratılış anını bekleyen Heka (büyü tanrısı) vardı. Bu sulu sessizlikten (Nu), üzerinde büyük tanrı Atum’un (ya da efsanenin bazı versiyonlarında Ptah) durduğu ben-ben olarak bilinen ilkel tepe yükseldi. Atum hiçliğe baktı ve yalnızlığının farkına vardı ve böylece büyü aracılığıyla kendi gölgesiyle çiftleşerek iki çocuk doğurdu: Shu (Atum’un tükürdüğü hava tanrısı) ve Tefnut (Atum’un kustuğu nem tanrıçası). Shu başlangıçtaki dünyaya yaşamın prensiplerini sunarken Tefnut da düzenin prensiplerine katkıda bulunmuştur.
Babalarını ben-ben’de bırakarak dünyayı yaratmak için yola koyulmuşlardı. Zamanla Atum, çocuklarının bu kadar uzun süre ortadan kaybolmasından dolayı endişelenmiş ve gözünü çıkarıp onları bulması için göndermişti. Gözü yokken Atum kaosun ortasındaki tepede tek başına oturmuş ve sonsuzluğu düşünmüş. Shu ve Tefnut, Atum’un gözüyle (daha sonra Udjat gözü, Ra’nın Gözü veya Her Şeyi Gören Göz ile ilişkilendirildi) geri dönmüşler ve sağ salim döndükleri için minnettar olan babaları sevinç gözyaşları dökmüş. Ben-ben’in karanlık ve bereketli toprağına düşen bu gözyaşları erkekleri ve kadınları doğurmuştu.
Ancak bu eski yaratıkların barınacak yerleri yoktu ve bu yüzden Shu ve Tefnut çiftleşerek Geb (yeryüzü) ve Nut’u (gökyüzü) doğurdular. Geb ve Nut, kardeş olmalarına rağmen birbirlerine derinden aşıktılar ve birbirlerinden ayrılamıyorlardı. Atum onların davranışlarını kabul edilemez bulmuş ve Nut’u Geb’ten uzağa, gökyüzüne itmişti. İki sevgili sonsuza dek birbirlerini görebilecekler ama artık dokunamayacaklardı. Ancak Nut, Geb’ten hamileydi ve sonunda Osiris, İsis, Set, Neftis ve Horus’u doğurmuştu – bunlar genellikle eski tanrı figürlerinin en eski ya da en azından en tanıdık temsilleri olarak kabul edilen beş Mısır tanrısıydı. Osiris düşünceli ve sağduyulu bir tanrı olduğunu göstermiş ve Atum tarafından dünyanın yönetimi kendisine verilmiş, o da daha sonra kendi işleriyle ilgilenmeye koyulmuştu.
Osiris & Set
Osiris, kız kardeşi İsis ile birlikte dünyayı etkin bir şekilde yönetmiş, ağaçların en iyi nerede yetişeceğine ve suyun en tatlı nerede akacağına karar vermişti. Osiris, Nil Nehri’nin insanların ihtiyaçlarını karşıladığı Mısır topraklarını mükemmel bir şekilde yaratmıştı.
Her şeyde ma’at (uyum) ilkesine uygun hareket etmiş ve her şeyi uyumlu bir denge içinde tutarak babasını ve kardeşlerini onurlandırmıştı. Ancak kardeşi Set yaradılışı ve Osiris’in gücünü ve ihtişamını kıskanmaya başlamıştı. Kardeşinin tam ölçülerini gizlice aldırmış ve ardından tam olarak bu özelliklere göre ayrıntılı bir sandık yapılmasını emretmişti. Sandık tamamlandığında Set, Osiris’i ve yetmiş iki kişiyi daha davet ederek büyük bir ziyafet vermişti. Partinin sonunda, büyük sandığı içine en iyi sığabilecek kişiye armağan olarak sunmuştu. Osiris elbette sandığa tam olarak sığmış ve tabutun içine girdikten sonra Set kapağı sıkıca kapatmış ve Nil Nehri’ne atmış. Ardından herkese Osiris’in öldüğünü ve dünyanın yönetimini kendisinin devraldığını bildirmişti.
İsis kocasının öldüğüne inanmayı reddetmiş ve onu aramaya çıkmış, sonunda tabutu Byblos’ta bir ağacın dibinde bulmuştu. Ülke halkı tabutu ağaçtan çıkarmasına yardım ettikleri için çok memnun olmuş ve bunun için İsis onları kutsamıştır (daha sonra Mısır’ın başlıca papirüs ihracatçısı olduklarından, bu ayrıntının yazarın mesleğinde bu kadar önemli olan bu şehri onurlandırmak için bir kâtip tarafından eklendiği düşünülmektedir). İsis cesedi Mısır’a geri getirmiş ve Osiris’i hayata döndürecek otları toplamaya ve iksirleri yapmaya koyulmuş; kız kardeşi Neftis’i cesedi sakladığı yeri koruması için yanında bırakmıştı.
OSİRİS, İSİS TARAFINDAN HAYATA DÖNDÜRÜLMÜŞ, ANCAK YETERSİZ KALDIĞI İÇİN ÖLÜLER DİYARININ HAKİMİ VE HÜKÜMDARI OLMAK ÜZERE YERALTI DÜNYASINA İNMİŞTİ.
Bu süre zarfında Set, bu konularda çok becerikli ve bilgili olduğu için İsis’in Osiris’in bedenini bulup onu hayata döndürmenin bir yolunu bulabileceğinden endişelenmeye başlamıştı. Onun gittiğini görünce Neftis’e onun nerede olduğunu sormuş ve tanrıça cevap verdiğinde yalan söylediğini anlamıştı.
Ondan Osiris’in cesedinin nerede saklı olduğunu öğrenmiş ve oraya giderek tabutu açmış ve cesedi kırk iki parçaya ayırmıştı (bazı kaynaklar sadece on dört parça olduğunu iddia etse de). Daha sonra Osiris’in parçalarını İsis’in onları asla bulamaması için Mısır topraklarının her yerine savurmuş ve bunu yaptıktan sonra hüküm sürmek üzere sarayına dönmüştü.
İsis geri döndüğünde tabutun tahrip edilmiş ve cesedin yok olmuş olduğunu görünce çaresizlik içinde dizlerinin üzerine çökmüş ve ağlamıştı. Sırrına ihanet ettiği için kendini suçlu hisseden Neftis, İsis’e olanları anlatmış ve Osiris’in parçalarını bulmasına yardım etmeyi teklif etmişti. İki kız kardeş daha sonra Osiris’in parçalarını aramaya koyulmuşlardı. Nerede bir vücut parçası bulurlarsa, onu oraya gömüyorlar ve Set’ten korumak için bir tapınak inşa ediyorlardı. Bu şekilde Mısır’ın kırk iki eyaleti iki tanrıça tarafından kurulmuş oldu.
Sonunda, bir balık tarafından yenmiş olan penisi hariç tüm vücudu bir araya getirmişlerdi. İsis daha sonra penis yerine geçecek bir uzuv yaratmış ve kocasıyla birleşerek oğlu Horus’a hamile kalmıştı. Osiris, İsis tarafından bir şekilde hayata döndürülmüştü ancak eksik hissettiği gerekçesiyle dünyayı daha önce olduğu gibi yönetemiyordu. Bunun yerine ölüler diyarının adil yargıcı ve yöneticisi olmak için yeraltı dünyasına inmişti.
Horus (Osiris’in kardeşi Horus’tan ayırt edebilmek için bazen Genç Horus olarak da anılır) Set’ten korumak için gizlice büyütülmüş ve erkeklik çağına geldiğinde babasının eski krallığının idaresini ele almak için amcasına meydan okumuştu. Horus, Seth’i yenip kurak çöllerde yaşaması için Mısır’dan sürgün edene kadar savaş seksen yıl sürmüştü (bu hikayenin birçok varyantı vardır ve bazılarında Horus ve Seth krallığı bölüşmeyi kabul ederken bazılarında Seth yok edilir). Horus daha sonra annesi İsis ve teyzesi Neftis’i yanına alarak hüküm sürmüş ve ülkede yeniden düzen sağlanmıştı.
Ma’at’ın Önemi
Bu efsanenin birçok farklı versiyonu olmasına rağmen, hepsinde standart olan tek unsur, bozulan ve yeniden sağlanması gereken uyum kavramıdır. Ma’at ilkesi tüm Mısır mitolojisinin kalbinde yer alır ve her efsane bir şekilde bu değere dayanır. Tarihçi Jill Kamil şöyle yazıyor: “Hikaye anlatıcılığı eski Mısırlıların hayatında önemli bir rol oynamıştır. Tanrıların ve kralların eylemleri ilk zamanlarda yazılı değildi ve ancak sözlü gelenek yoluyla daha sonraki tarihlerde edebiyata girebildi” (Nardo, 52). Masallar ilk olarak hangi çağda yazılmış olursa olsun, hepsinin temelinde uyumlu denge, ma’at ilkesinin yer alması ilginçtir.
Ufukta gizlenen ejderha benzeri kötü yaratık Apep’in [Apophis] defedilmesi popüler bir hikâyeydi. Apep her akşam gün batımında, batan güneşin yeraltı dünyasına geçişini durdurmaya çalışırdı. Gökyüzü aydınlıksa, bu kolay bir geçişe işaret ederdi; kan kırmızısı bir gün batımı, iyi ve kötü güçler arasında çaresizce yaşanan bir savaşı işaret ederdi; ancak güneş galip gelir ve her zaman yeni bir şafak doğardı. [Mısırlılar hasatla birlikte ölen bitkilerin tahıllar filizlendiğinde nasıl yeniden hayat bulduklarına dair hikayeler anlatırlardı, tıpkı güneş tanrısının her akşam ‘ölüp’ ertesi sabah yeniden dirilmesi gibi. (Nardo, 53-54)
Evrendeki her şeyin sonu olmaksızın sürekli bir denge içinde var olduğu düşünülüyordu ve insanoğlu da bu evrenin bir parçası olduğu için bu nihai dengeye dahil oluyordu. Ma’at, yaratılıştan önce var olan ve yaşamın tüm yönlerini mümkün kılan temel güç tarafından mümkün kılınmıştı: Heka. Heka, tanrıların görevlerini yerine getirmelerini sağlayan ve tüm yaşamı devam ettiren sihirli bir güçtü ve ruhun dünyevi yaşamdan öbür dünyaya geçmesini de sağlayan tanrı Heka’da vücut bulmuştu.
Ruh ölümle birlikte bedeni terk ettiğinde, yargılanmak üzere Osiris’in huzuruna çıkmak için Hakikat Salonu’nda belirdiği düşünülürdü. Ölen kişinin kalbi altın bir terazide Ma’at’ın beyaz tüyüne karşı tartılırdı. Eğer kalp tüyden daha hafif bulunursa, ruhun arınma ve ebedi mutluluk yeri olan Kamış Tarlası’na gitmesine izin verilirdi. Eğer kalp tüyden daha ağır gelirse, Ammut canavarı tarafından yenmek üzere yere bırakılır ve ruhun varlığı son bulurdu.
Yeraltı dünyası kavramı var olsa da, günümüzün tek tanrılı dinlerinin anladığı anlamda bir ‘cehennem’ yoktu. Bunson’ın yazdığı gibi, “Mısırlılar öbür dünyada ebedi karanlık ve bilinçsizlikten korkuyorlardı çünkü her iki durum da evrende görülen ışığın ve hareketin düzenli aktarımı fikri ile çelişiyordu” (86). Atum ve Ben-Ben ile başlayan evrensel yolculuğun bir parçası olan varoluş, bir ruhun doğal haliydi ve bu yolculuktan ebediyen ayrı kalma, var olmama düşüncesi, eski bir Mısırlı için herhangi bir yeraltı azap dünyasının var olma ihtimalinden daha dehşet vericiydi; ebedi acılar diyarında bile birileri hâlâ vardı.
Mısır’da Hristiyan inancındaki cehenneme benzer bir yeraltı dünyası kavramı gelişmiştir ancak hiçbir şekilde evrensel olarak kabul görmemiştir. Bunson şöyle yazıyor: “Sonsuzluk Mısır’daki her erkek, kadın ve çocuğun ortak gayesiydi. Böyle bir inanç insanların ufkunu genişletiyor… ve onlara antik dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş bir yaşam coşkusu veriyordu” (87). Eski Mısırlıların mitolojisi bu yaşama sevincini yansıtmış ve bugün Mısır’ın mirasının bir parçası olan büyük tapınak ve anıtlara ilham vermiştir. Mısır mitolojisine ve onun beslediği kültüre yönelik süregelen hayranlık, bu eski masalların doğasında var olan yaşamı destekleyen mesajların gücünün bir kanıtıdır.
Kaynakça
- Bunson, M. The Encyclopedia of Ancient Egypt. Gramercy Books, London, 1991.
- Ikram, S. Death and Burial in Ancient Egypt. Longman, 2003.
- Nardo, D. Living in Ancient Egypt. Thompson/Gale, 2004.
- Pinch, G. Egyptian Mythology: A Guide to the gods, Goddesses, and Traditions of Ancient Egypt. Oxford University Press, 2004.
- Wallis Budge, E.A. Egyptian Religion. Cosimo Classics, 2005.
- Wilkinson, R. The Complete Gods and Goddesses of Ancient Egypt. Thames & Hudson, 2003.