[ad_1]
Gandhara Medeniyeti M.Ö. 1. binyılın ortalarından M.S. 2. binyılın başlarına kadar günümüzde Kuzey Pakistan ve Afganistan’da varlığını sürdürmüştür. Bu süre zarfında bu bölgede birden fazla büyük güç hüküm sürmüş olmasına rağmen, hepsinin ortak noktası Budizm’e büyük ölçüde saygı duymaları ve İskender’in Hindistan’a yaptığı akınların ardından bölgede gelişen Hint-Yunan sanat geleneğini benimsemeleriydi.
Gandhara’nın Kapladığı Alan
Tarihi kaynaklarda en azından Ahameniş kralı Büyük Kiros (hükümdarlık dönemi yaklaşık M.Ö. 550-530) dönemine kadar bahsedilmesine rağmen, Gandhara’nın Budist rahip Xuanzang’ın (Hsüan-tsang, M.S. 602-664) M.S. 7. yüzyıldaki hac yolculuğuna kadar coğrafi bakımdan ayrıntılarıyla tarif edildiği bilinmemektedir. Xuanzang bölgeyi Gandhara uygarlığının son dönemlerinde, bu uygarlığın en büyük başarılarını kazandığı ve yıkılmaya yüz tuttuğu sıralarda ziyaret etmiştir. Eski Budist kaynaklardan yola çıkarak bölgeyi ve çeşitli şehir ve yerleşim yerlerini oldukça isabetli bir şekilde tarif etmiş, günümüze kadar ulaşan ve modern zamanlarda bu bölgede bulunan kalıntıların Gandharan kökenli olduğunun belirlenmesinde yardım ettiği bilinen ilk kaynak olmuştur.
TAKSHASİLA (TAXİLA), PURUSHAPURA (PESHAWAR) VE PUSHKALAVATİ (MARDAN) GANDHARA’NIN TANINMIŞ ŞEHİRLERİ ARASINDA YER ALMAKTA OLUP, BU ŞEHİRLERİN KALINTILARI GÜNÜMÜZDE DE BULUNMAKTADIR.
Gandhara’nın doğudan batıya yaklaşık 100 km ve kuzeyden güneye 70 km uzunluğunda, ağırlıklı olarak İndus Nehri’nin batısında uzanan ve kuzeyde Hindukuş Dağları ile çevrili üçgen biçiminde bir toprak parçası olduğu tahmin edilmektedir. Gandhara’nın kapladığı alan aslında Peşaver vadisini, Swat, Dir, Buner ve Bajaur tepelerini kapsamakta olup, bunların hepsi Pakistan’ın kuzey sınırları içerisinde yer almaktadır.
Bununla birlikte, Büyük Gandhara’nın sınırları (ya da Gandhara’nın kültürel ve siyasi hegemonyasının hüküm sürdüğü bölgeler) Afganistan’daki Kâbil Vadisi’ne ve Pakistan’ın Pencap eyaletindeki Potwar platosuna kadar uzanmaktadır. Gerçekten de belirli zamanlarda bu etkileşim, Mohenco-daro’nun daha da eski kalıntıları üzerine inşa edilmiş bir stupa ve Budist şehrinin kalıntılarının halen görülebilir olduğu Sind’e kadar yayılmıştır. Gandhara’nın tanınmış şehirleri arasında Takshasila (Taxila), Purushapura (Peshawar) ve Pushkalavati (Mardan) gibi kalıntıların keşfedildiği ve günümüzde de bulunmaya devam edilen şehirler arasında yer almaktadır.
Gandhara İsminin Kökeni
Gandhara isminin çeşitli anlamları olsa da öne çıkan en önemli teori, ismini “koku” anlamına gelen Qand/Gand ve “topraklar” anlamına gelen Har kelimeleriyle bağdaştırmaktadır. Dolayısıyla en temel biçimiyle Gandhara ‘Güzel Kokular Ülkesi’dir.
Daha makul ve coğrafik açıdan kabul gören bir diğer teori ise Qand/Gand kelimesinin ‘kuyu’ ya da ‘su birikintisi’ anlamına gelen Kun kelimesinden türediği ve Gand kelimesinin Gand-ao ya da Gand-ab (su birikintisi) ve Gand-Dheri (su höyüğü) gibi suyla bağlantılı pek çok yer ismiyle beraber kullanıldığı yönündedir. Taşkent (taş duvarlı havuz) ve Yarkent de bağlantılı isimler olup, bu nedenle arazinin ‘Göl(ler) Ülkesi’ şeklinde biliniyor olabileceği akla yatkın gelmektedir. Bu durum, Peşaver vadisinin günümüzde bile bilhassa yağmur mevsiminde iyi bir akaçlama özelliğine sahip olması ve bunun sonucunda günümüzde mahsul ve tarlalarla kaplı olan bataklıkların göle benzer bir görünüme sahip olmasıyla da desteklenmektedir.
Gandhara’nın Siyasi Tarihi
Gandhara, aşağıda belirtilen antik dönemdeki birkaç büyük ülkenin hakimiyetine tanık olmuştur:
- Pers Ahameniş İmparatorluğu (yaklaşık M.Ö. 600-400)
- Makedon Yunanlılar (yaklaşık M.Ö. 326-324),
- Kuzey Hindistan Maurya İmparatorluğu (M.Ö. 324-185),
- Baktriya’nın Hint-Yunanlıları (yaklaşık M.Ö. 250-190),
- Doğu Avrupa İskitleri (yaklaşık M.Ö. 2. yüzyıldan 1. yüzyıla kadar),
- Part İmparatorluğu (yaklaşık M.Ö. 1. yüzyıldan M.S. 1. yüzyıla kadar),
- Orta Asya Kuşanları (yaklaşık MS 1. yüzyıldan 5. yüzyıla kadar),
- Orta Asya’nın Ak Hunları (yaklaşık M.S. 5. yüzyıl)
- Kuzey Hindistan Hindu Şahi (yaklaşık M.S. 9. ila 10. yüzyıl)
Bunun ardından Müslüman fetihleri gerçekleşmiş ve Hint tarihinin ortaçağ dönemine geçilmiştir.
Ahamenişler & İskender
Gandhara kısa bir süre Ahameniş İmparatorluğu’nun bir parçası olmuş ancak Ahameniş işgali fazla uzun sürmemiştir. Bunun yerine daha sonraları Ahamenişler’e bağlı bir eyalet (satraplık olarak bilinir) olarak tanınmış ve ardından onu fetheden Büyük İskender’e (Ahameniş İmparatorluğu’nun geri kalan kısmıyla beraber) haraç ödemiş ve konukseverliğini göstermiştir. Gandhara’daki Ahameniş egemenliği M.Ö. 6. yüzyıldan M.Ö. 327 yılına kadar sürmüştür.
İskender’in Pencap’a girmek amacıyla Gandhara’dan geçtiği söylenmektedir (bugün de aynı işlevi görmektedir) ve Taxila hükümdarı Raja Ombhi tarafından, Taxila ve etkileşimde bulduğu bölgelerde sürekli bir sürtüşme halinde olan düşmanı Raja Porus’a karşı kendisine işbirliği teklif edilmiştir. Bu durum, İskender’in Hindistan’daki zaferlerinin ayrılmaz bir parçası olan Hydaspes Muharebesi ile sonuçlanmıştır. Yine de İskender’in burada kalışı kısa sürmüş ve sonunda İndus Nehri üzerinden güneye inerek batıya Gedrosia’ya (Belucistan) ve oradan da ölümüyle karşılaşacağı İran’a geçmiştir.
İskender fethettiği her bölgede hatırı sayılır bir Yunan nüfusu bırakmıştır ve Gandhara da bunun bir istinası değildir. Zanaatkârlar, askerler ve diğer takipçiler, Yunan medeniyetine tamamen uyum sağlamaları amacıyla yerel halkla evlenmeye ve birbirlerine kaynaşmaya teşvik edilmişlerdir. Ancak İskender M.Ö. 323 yılının Haziran ayında öldüğünde, işgalci Yunan kuvvetleri çaresizce evlerine dönmek üzere geri dönmeye başladılar ve geride yeni aileleriyle kalanları bırakarak yavaş yavaş Yunanlıdan çok Hintli oldular.
Maurya Hükümdarlığı
M.Ö. 316’da Magadha Kralı Chandragupta (M.Ö. 321-297) bölgeye girerek İndus Vadisi’ni fethetmiş, böylece Gandhara’yı topraklarına katmış ve Taxila’yı yeni kurulan Maurya İmparatorluğu’nun eyalet başkenti yapmıştır. Chandragupta’nın yerine oğlu Bindusara geçmiş, onun yerine de oğlu Ashoka (eski bir Taxila valisi) geçmiştir.
Ashoka çok sayıda manastır yaptırarak ve “Dharm” fermanlarını alt kıtaya yayarak Budizm’in yaygınlaşmasını sağlamıştır. Bunlardan biri de Taxila’daki Tamra nehrinin doğusunda bulunan ve stupasıyla ünlü olan büyük Dharmarajika manastırıdır ve Ashoka’nın buraya Buddha’nın birkaç emanetini gömdüğü rivayet edilmektedir. Mankiyala, Dharmarajika ve Sanchi’nin günümüz stupaları olduğu söylenmektedir.
Hint-Yunanlılar
M.Ö. 184 yılında, Baktriya’da (bugünkü Kuzey Afganistan) varlıklarını sürdüren Yunanlılar, kral Demetrius yönetiminde Gandhara’yı yeniden işgal etmiş ve Bhir Höyüğü’nden nehrin karşı kıyısına yeni bir şehir inşa etmişlerdir. Taxila’nın bu yeni görünümü günümüzde Sirkap (‘kesik baş’ anlamına gelmektedir) olarak bilinmektedir ve Hippodamian planına göre ızgara modeli (sokakların birbiriyle dik açısıyla kesiştiği sokak planı) doğrultusunda inşa edilmiştir.
Demetrius Krallığı Gandhara, Arachosia (günümüzde Afganistan’da Kandahar), Pencap ve Ganj Vadisi’nin bir bölümünden oluşuyordu. Yunanlıların, Hintlilerin, Baktriyalıların ve Batı İranlıların bir arada yaşadığı çok etnikli bir toplumdu. Bunun kanıtları, Sirkap’ın hemen kuzeyindeki Jandial’da bulunan bir Zerdüşt tapınağı gibi M.Ö. 2. yüzyıl Taxila’sının her yerinde bulunmaktadır.
İskit-Partlar
Pencap’ın Orta Asya’nın konar göçer İskitleri tarafından yavaş yavaş kontrolü altına alınması M.Ö. 110 civarında başlamıştı. Bu kabileler Baktriya bölgesi gibi kuzey bölgelerini işgal etmek konusunda alışkındılar ancak geçmişte Ahamenişler tarafından geri püskürtülmüşlerdi. İran’da günümüz Sistan’ı olan Drangiana’ya yerleşmişler ve Pencap’ı istila ederek güney İndus Vadisi’ne sızıp sonunda Taxila’yı ele geçirmişlerdir.
M.S. 1. yüzyılın ilk çeyreğinde Partlar bölgeye girerek Gandhara ve Pencap’taki Yunan krallıklarını ele geçirmeye başladılar. Taxila’da yaşamış olan Part lideri Gondophares’in havari Thomas tarafından vaftiz edildiği söylenmektedir ki bu tamamen olanaksız bir iddiadan ibaret değildir; zira şehir halihazırda bir takım dini inançlara ev sahipliği yapmaktaydı ve yaklaşık 2000 yıl önce yeni yeni ortaya çıkmaya başlayan bir Hıristiyan inancına ev sahipliği yapmış olabilir.
Kuşanlar
Kuşanlar, M.S. 1. yüzyıl civarında Orta Asya ve Afganistan’dan Gandhara’ya göç eden bir kabileydi. Kabile, iktidar merkezi olarak Peşaver’i seçmiş ve daha sonra M.S. 3. yüzyıla kadar süren Kuşan İmparatorluğu’nu kurmak amacıyla doğuya, Hindistan’ın iç bölgelerine doğru genişlemiştir. M.S. 80 yılında Kuşanlar Gandhara’nın kontrolünü İskit-Partlardan aldılar. Taxila’daki büyük şehir başka bir yerde yeniden kuruldu ve buraya Sirsukh adı verildi. Burası 6 km uzunluğunda ve 6 metre kalınlığında bir duvara sahip büyük bir askeri üsse benziyordu. Artık Budist faaliyetlerin merkezi haline gelmiş ve Orta Asya ve Çin’den gelen hacıları ağırlamıştır. Kuşan dönemi Gandhara sanatının, mimarisinin ve kültürünün en yüksek noktası olup bu bölgenin tarihinde bir altın çağ olarak kabul edilmektedir.
Yunan filozof Tyanalı Apollonius da Taxila’yı ziyaret etmiş ve şehrin büyüklüğünü Asur’daki Ninova ile mukayese etmiştir. Taxila’nın (muhtemelen Sirsukh) bir tarifi, yazar Philostratus’un kaleme aldığı yazar Tyanalı Apollonius’un Hayatı’nda bulunmaktadır:
Şehrin nasıl surlarla çevrili olduğunu daha önce anlatmıştım, ancak Atina’daki gibi düzensizce dar sokaklara ayrıldığını ve evlerin dışarıdan bakıldığında yalnızca tek katlı olacak şekilde inşa edildiğini, içlerinden birine girdiğinizde ise yerin altındaki odaların da üstündeki odalar gibi toprağın altına kadar ulaştığını söylüyorlar. (Philostratus, Apollonius’un Hayatı, 2.23; trc. F.C. Conybeare)
Kuşan egemenliğinin son dönemlerinde Gandhara bölgesinin kontrolünü kısa ömürlü hanedanlar ele geçirmiş ve bu durum bölgenin durmadan yağmalanmasına, istilaya uğramasına ya da bir bakıma kargaşa içinde olmasına neden olmuştur. Sasani İmparatorluğu, Kidaritler (ya da küçük Kuşanlar) ve son olarak Kuşan hükümdarlığının sona ermesini takiben Ak Hunlar tarafından hızla ardı ardına gelen hakim güç, günden güne dini, ticari ve sosyal faaliyetlerin durma noktasına gelmesine neden olmuştur. Yaklaşık M.S. 241 yılında, bölgenin yöneticileri I. Şâpûr’un krallığı altında Pers Sasanileri karşısında yenilgiye uğramış ve Gandhara Pers İmparatorluğu’na bağlanmıştır. Ancak kuzeybatıdan gelen baskılar nedeniyle Sasaniler bölgeyi doğrudan yönetememiş ve bölge Kidaritler ya da küçük Kuşanlar anlamına gelen Kidar Kuşanlar olarak bilinen Kuşanların soyundan gelenlerin eline geçmiştir.
Ak Hunlar
Kidaritler, Ak Hunların ya da Eftalitlerin bölgeyi istila ettiği M.S. 5. yüzyılın ortalarına kadar Kuşan soyundan gelen seleflerinin geleneklerini sürdürerek bölgeyi ellerinde tutmayı başardılar. Budizm ve dolayısıyla Gandhara kültürü bu zamana kadar zaten azalmış olduğundan, istila fiziksel yıkıma yol açmış ve Hunların Şaivizm inancını benimsemesiyle Budizm’in önemi daha da hızlı bir şekilde azalmaya başlamıştır.
Ak Hun istilaları boyunca bölgenin dinî yapısı yavaş yavaş Hinduizm’e doğru kayarken, Sasanilere karşı Hindu Gupta İmparatorluğu’yla ittifak kurmaya çalışan Ak Hunlar tarafından siyasi açıdan uygun görüldüğü amacıyla Budizm’den uzak durulmuştur. Yüzyıllar boyunca tüm sosyal yaşamın temeli olan dinsel bir yapıya değişim, Gandhara bölgesinin yapısında daha fazla çöküşe neden oldu.
Ak Hunların Sasanilere karşı Gupta İmparatorluğu’yla ittifak kurması da Budizm kültürünün baskı altına alınmasına yol açmış ve sonunda bu din kuzey sınırlarından Çin’e ve ötesine geçmiştir. Ardından Hinduizm bölgeye hâkim olmuş ve Budist halk buradan uzaklaşmıştır. Geride kalan birkaç yüzyıl boyunca batıdan aralıksız istilalar, bilhassa da Müslüman fetihleri yaşanmış ve eski kültürün az sayıdaki mevcut kalıntıları da sonunda belirsizliğe sürüklenmiştir. Dolayısıyla eski şehirler ve önemli ibadet yerleri, M.S. 1800’lerin ortalarında sömürgeci İngiliz kâşifler tarafından yeniden keşfedilene kadar, önümüzdeki 1500 yıl boyunca unutulmaya yüz tutmuştur.
Gandhara yüzyıllar boyunca çeşitli hükümdarlara sahip olmuştur, ancak arkeolojik kanıtlar bize kültürel geleneğinin tekdüzeliğinin bu yönetim değişikliklerinde de korunduğunu göstermektedir. Bölgeler geniş alanlara yayılmış olmasına rağmen, Mathura ve Gandhara gibi bölgelerin arasındaki kültürel sınırlar iyi tanımlanmıştır ve bu sınırlar sayısız arkeolojik kalıntı sayesinde tespit edilebilmektedir.
Gandharan Sanatı
Gandharan sanatı M.Ö. 1. yüzyıla kadar uzanmakta ve resim, heykel, sikke, çömlek ve sanatsal bir geleneğin tüm unsurlarını içermektedir. Kuşan döneminde ve bilhassa M.S. 1. yüzyılda Buda’yı ilahlaştıran ve muhtemelen Buda imgesini ilk kez tanıtan Kral Kanişka döneminde gerçekten yükselişe geçmiştir. Bu imgelerden binlercesi üretilerek, elde taşınan Buda’lardan kutsal ibadet yerlerindeki devasa heykellere kadar bölgenin her köşesine yayılmıştır.
BUDA’NIN HAYAT HİKAYESİ GANDHARAN SANATININ TÜM ALANLARINDA TEMEL MESELE HALİNE GELMİŞTİR.
Gerçekten de Kanişka döneminde Budizm, Aşoka’dan sonra ikinci kez canlanmıştır. Buda’nın hayat hikayesi Gandharan sanatının tüm alanlarında temel mesele haline gelmiş ve şapellerde, stupalarda ve manastırlarda korunan Buda resimlerinin sayısı günümüze kadar artarak varlığını sürdürmüştür. Sanat eserleri yalnızca dini fikirlerin yayılmasına ithaf edilmişti, öyle ki günlük hayatta kullanılan eşyalar bile dini imgelerle doluydu.
Kullanılan malzemeler ya alçı ve boya ile kaplanmış kanjur taşı ya da şist taşıdır. Kanjur esasen fosilleşmiş bir kaya olup, Gandharan sanatında pilasterler, Buda figürleri, köşebentler ve diğer unsurlar gibi çeşitli dekoratif unsurlar üzerinde kullanılan şekillerde kolayca biçimlendirilebilmektedir. Temel şekil taştan kesilerek çıkarıldıktan sonra, tamamlanmış bir görünüm vermek için bu taş sıvanır. Belirli parçalara altın varak ve değerli taşlar da uygulanır. Şist taşı heykellerin taşınabilir maksimum boyutu 2,5 m²’dir; daha büyük heykeller ve kabartmalar kil ve alçıdan yapılır.
Buddha’ya bu heykel tasvirleri üzerinden ibadet edilmekte ve bu tasvirlerin büyük ölçüde değişmeyen farklı bir biçimi bulunmaktaydı. Buda her zaman sade manastır giysileri içinde, saçları Ushnisha denilen bir topuzla bağlı olarak tasvir edilmiş ve yüzündeki ifade hemen her zaman bir memnuniyet ifadesinden ibaret olmuştur. Başlangıçta bu heykeller parlak renklerle boyanmışken, şimdi geriye yalnızca sıva ya da taş kalmıştır; orijinal renkleri bozulmamış birkaç parça bulunmuştur. Buda’nın imgeleri bölgedeki çeşitli kültler göz önünde bulundurularak yapılmıştır ve bunların hepsinin laksanalar (ilahi işaretler), mudralar (el mimikleri) ve farklı cübbeler gibi kendine has ayırt edici özellikleri vardır. Buda bu heykellerde her zaman merkezi bir role sahip olmuştur ve başındaki Hâle ile giydiği sade kıyafetlerden hemen ayırt edilebilmektedir. Bu heykellerde eşler, tanrılar, yarı tanrılar, semavi varlıklar, prensler, kraliçeler, erkek muhafızlar, kadın muhafızlar, müzisyenler, kraliyet papazları, askerler ve sıradan insanlarla birlikte pek çok mitolojik figüre de rastlanmaktadır.
Buda’nın yanı sıra Gandharan sanatının en kalıcı unsurlarından biri, esasen Buda’nın aydınlanmaya ulaşmadan önceki hali olan Bodhisattva’dır. Avalokiteśvara, Maitreya, Padmapani ve Manjsuri başta olmak üzere, Buda’nın önceki hayatından gelen çeşitli Bodhisattvalar Gandharan sanatında tasvir edilmiştir. Buda heykellerinin sadeliğiyle mukayese edildiğinde, Bodhisattva heykelleri ve resimleri takı, baş süsü, peştamal, sandalet vb. unsurlardaki çeşitlilikle yüksek düzeyde bir lüksü tasvir etmekte ve böylece Bodhisattva’nın farklı tecessümleri kıyafetlerinden, duruşlarından ve mudralarından anlaşılabilmektedir.
Gandharan Mimarisi
Gandharan mimarisinin en göze çarpan ve benzersiz özelliği, yaklaşık 1000 yıl boyunca bölgesel kimliğin özünü oluşturan stupaların ve manastırlar gibi diğer bağlantılı dini kurumların yaygınlaşmasıdır. Stupalar temel olarak Budist üstatların kalıntılarına duyulan saygı amacıyla inşa edilmiş ve en eskilerinin bizzat Buddha’nın kalıntılarının bulunduğu söylenmiştir. Buda’nın yanı sıra, yüksek mevkideki keşişler de kendilerine stupalar inşa ettirilerek saygı görmüş ve bu yapılar aynı zamanda Buda’nın muhtelif yaşamlarıyla bağlantılı bazı efsanevi olayların gerçekleştiği söylenen yerleri de göstermiştir.
Hindistan’ın dört bir tarafındaki stupaların yaygınlaşmasının, Buda’nın küllerini krallığının dört bir tarafına birden fazla stupaya saçan Ashoka’nın hükümdarlığının damgasını vurduğu söylenmektedir. Esasen mimari bir hüner olmasına rağmen, stupa yine de heykeller, kabartmalar, tablolar ve diğer son derece süslü öğeleri kapsayan Gandharan sanatının sergilendiği ve ibadete sunulduğu bir araç olmuştur. Bu imgeler duvarlara, avlulara, nişlerin ve şapellerin iç kısımlarına yerleştirilmiş ve sıvalar stupa avlularının ve manastırların duvarlarını süslemiştir.
Stupalar başlangıçta dairesel tabanlarla inşa edilirdi ve mütevazi boyutlardaydı. Ancak Buda kültünün bölgedeki önemi büyüdükçe, bu ibadet merkezleri dinin prestijini güçlendirmek ve daha fazla ibadet eden ve destekçi çekmek amacıyla itinayla yeniden tasarlanmış ve süslenmiştir. Kunala ve Dharmarajika’daki asıl stupaların küçük olduğu ve daha sonra Asoka ve Kanishka gibi hükümdarlar eliyle büyük boyutlara taşındığı bilinmektedir.
Dairesel ya da kare şeklindeki bir taban (medhi), üzerine kubbenin (anda) yerleştirileceği bir tambur ya da silindiri ayakta tutuyordu. Platformu çıkmak ve tırabzanla (vedika) çevrili törensel yoldan (Pradakshina Patha) kubbenin etrafında saat yönünde tavafa başlamak amacıyla basamaklar kullanılmıştır. Bazen taban, stupanın yüksekliğini arttıran birden fazla dairesel kata sahip olurdu. Tabanın köşeleri genellikle aslan başlı sütunlarla tutturulurdu ve kubbenin tepesinde önce bir harmika, üzerinde çeşitli chattraların ya da boyutları küçülen parasollerin üzerinde eşit şekilde dağıldığı yasti ya da sütunun durduğu ters çevrili kare şeklinde etrafı çevrili alan mevcuttu.
Stupalar bölgedeki Budist mimari başarısının ulaştığı noktayı temsil ediyordu ve tabii ki sanat eserlerinde olduğu gibi dinsel otoritenin yapılarını da teşvik ediyorlardı. Stupaların bizzat kendileri, oynadıkları rolü daha da sağlamlaştıracak şekilde, dini hikayeleri ve olayları tasvir eden kabartma levhalar ve frizlerle süslenmiştir.
Stupa ibadetin esas merkeziydi ve destek amacıyla, keşişler için tamamen kendine özgü yaşam alanı bulunan bir yapı olan manastıra yer verilmişti. Manastır veya Sangharama Budist geleneğinin büyük bir parçası haline gelmiş ve zamanla ürün yetiştirmek amacıyla kullanılan toprakları ve kutsal saydıkları için hem halk hem de kraliyet mensupları tarafından üzerlerine boca edilen servetleriyle kendi kendini geçindiren bir yapıya dönüşmüştür. Son haliyle manastır, temel işlevlerine uygun bazı belirli unsurlara sahip olmuştur ve bunlar şunlardır:
- Yemekhane/Servis Salonu: Upatthana-sala
- Mutfak: Aggi-sala
- Manastır Gezinti Yolu: Chankamana-sala (yürüyüş/egzersiz amaçlı)
- Tuvalet: Jantaghara merkezi su deposunun yanı başında
- Malzeme odası: Kotthaka
- Tıbbi ve genel amaçlı depolama: Kappiya-kuti
Bu binalar genellikle çamur sıvayla yapılmış ve daha sonra bu sıvanın üzeri ya tamamen ya da bazı durumlarda (Taxila’daki Jina Wali Dheri manastırında olduğu gibi) Buda’nın hayatından kesitlerle doldurulmuştur.
Bu dini yapıların yanı sıra, tabii ki bölgede yaygın olan kültüre bağlı değişen ve çeşitlilik gösteren sivil mimari de mevcuttu. Bhir benzeri organik yerleşimlerden Sirsukh benzeri daha sağlam ve düzenli yerleşimlere kadar uzanan bir yelpazede şehirler bulunuyordu. Eski şehirler doğal olarak gelişirken, yenileri doğrudan M.Ö. 1. yüzyılda ortaya çıkan Hippodamia yerleşim düzeninden esinlenerek inşa edilmiş gibi görünmektedir. Dükkânlar, gezinti yerleri, saraylar, tapınaklar, güneş saatleri, kulübeler, villalar, insulalar, kasırlar, sokaklar, yollar, gözetleme kuleleri, geçitler ve sur duvarları, çoğu antik kent açısından da söz konusu olan şehir dokusunun bir parçasını oluşturmaktadır.
Dinsel manzara Budist inancının hakimiyetinde olmasına rağmen, yine de Caynizm, Zerdüştlük ve eski Hinduizm gibi diğer inançların sosyal dokuya karıştığına ve geliştiğine dair pek çok kanıt bulunmaktadır. Jandial’daki tapınağın doğası gereği Zerdüşt inancına ait olduğu söylenirken, Sirkap şehrinin ana caddesinde çeşitli stupaların yanı sıra bir Jain tapınağı ve bir Güneş tapınağı da bulunmaktadır.
En iyi bilinen kalıntılardan biri olan Sirkap’taki Çift Başlı Kartal stupası, klasik Yunan, Pers ve Hint tarzı kemer olmak üzere üç farklı türde dekoratif kemer üzerine işlenmiş çift başlı kartal motifini barındırmaktadır. Bu, arkeolojik kalıntılardan çıkarabileceğimiz bölgedeki kültürlerin birbirine karışmış olma düzeyini göstermektedir.
Sonuç
Gandhara şehirlerindeki günlük yaşam oldukça gelişmişti ve Hindistan, İran ve Çin arasındaki elverişli konumu nedeniyle sürekli olarak işgalcilerin, tüccarların, hacı adaylarının, keşişlerin ve gezginlerin topraklarından geçmesine tanık oluyordu. Hindistan’dan batıya ya da İran’dan doğuya doğru, Gandhara bölgesinden geçen güzergah onu her gezginin uğrak yeri haline getirmiştir. Bu, İslam’ın bölgeye girdiği ve muhtemelen bölgedeki Budizm’in tabutundaki son çentiği attığı yolla aynıdır. Aslında aynı yol Gandhara yıkıldıktan sonra bile Keşifler Çağı’na kadar yüzyıllar boyunca kullanılacaktır.
Gandhara’nın zenginlikleri yüzyıllardır hazine avcıları tarafından iyice bilinmesine rağmen, bu kayıp medeniyetin sanatsal geleneklerinin M.S. 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyıl boyunca yeniden keşfedilip gün ışığına çıkarıldığı Hint alt kıtasındaki İngiliz sömürge hükümdarlığı dönemine kadar yeniden ortaya çıkarılamayacaktır.