İbn Haldun
İbn Haldun, nazari zemininden, entelektüel dünyamızda karşılaştığımız pek çok meseleyi düşünmekte yeterince yararlanamadığımız bir fikir kaynağıdır. Bu meyanda tarihimizdeki bazı kuruluş olayları, gelişmeleri ve sonuçları değerlendirilirken İbn Haldun’un tarihimize de tatbiki makul ve mümkün pek çok yaklaşımı henüz tetkikler içerisinde ve bakış açımızda yerini alamadı. Özgün nazariye ve yöntem sahrasında yokluk çeken fikir dünyamız, var olanı da okumak ve değerlendirmek konusunda bazen habersiz, bazen isteksiz bazen ise muhtelif takıntınlar nedeniyle inatçı ve mutaassıp. Her halükarda biz maziye dair değerlendirmelerimizde bu kaynaktan mahrumuz.
Anadolu’nun fethi şüphesiz tarihimizin en büyük gelişmelerinden biridir. Bu konuda pek çok önemli değerlendirme yazılarak, başta Mükrimin Halil Yinanç, Osman Turan, Mehmet Altan Köymen, İbrahim Kafesoğlu ve Mustafa Kafalı gibi pek çok hocamız, tarihi kaynaklar ışığından meseleyi değerlendirip ortaya koydular. Özellikle Selçukluların Oğuzları ve hanedan ailesinden Kutalmışoğulları’nı Türkiye olacak topraklara yönlendirmeleri hep bir istikrar, merkezi koruma ve gelen büyük göçün yükünü yeni coğrafyaya aktararak siyasi, sosyal ve ekonomik açıdan bir rahatlama ve yönlendirme stratejisi olarak doğru ve isabetli bir biçimde ortaya konuldu. Biz yazımızda, İbn Haldun Mukaddimesindeki bir yaklaşım ile meseleye katkı sunmak dileğindeyiz. İbn Haldun Mukaddime’sinde, Devletin tabii sınırlarını anlattığı yerde; “Devletin ve hanedanın temelini atan, onu kuran ve ayakta tutan asabenin ve kavmin, ellerine geçen toprakların sınır boylarına ve illere tevzi edilmeleri şarttır. Bunlar, buraları düşmandan korumak için istila ederler, vergi toplama, haksızlıkları önleme ve devlete ait buna benzer kanunları oralarda tatbik ederler. (Buraya kadar Selçuklu Sultanlarının siyasetinin arka planı ortaya konulur gibidir) Bütün asabeler, sınır boylarına ve illere tevzi edilince, behemahal sayıları tükenecektir, işte o vakit memleketlerin ulaştığı sınır, o devletin serhadını, vatanın hududunu ve merkezdeki mülkün sahasını teşkil edecektir. Şayet bundan sonra devlet elinde olandan daha fazlasını temin için kendini zorlarsa, buralar himayesiz ve sahipsiz kalır, düşmanların ve komşuların fırsat kollamaları için müsait bir yer durumuna gelir. Bunun vebalı ise devlete ait olur zararını o çeker. Zira bu suretle hasımlara cesaret verilmiş ve devleti çevreleyen heybet örtüsü yarılmış olur. Şayet asabe çok olur, bölgelerde ve sınır boylarındaki hisselere tevzi edilmekle sayıları bitmezse, devlet sınırlarının ötesindeki yerleri zaptetme gücüne sahiptir, demektir. Bu suretle de sahası son haddine kadar genişler. Bunun tabiî sebebi asabiyet kuvvetinin diğer kuvvetler gibi oluşudur. Kendisinden, herhangi bir fiil vücuda gelen kuvvetlerin, fiili ve tesiri konusundaki hali budur. İbn Haldun, Mukaddime, (Haz. Süleyman Uludağ), İstanbul, s. 383).” Burada da Anadolu’nun fethini mümkün kılan bilkuvve gücün tarifi yapılır gibidir. Sultanların siyasetleri sayesinde Anadolu’ya intikal eden güçler fethi fiili olarak gerçekleştirmeyi bu nüfüs ve asabe ziyadeliği sayesinde sağlamışlardır. Böylece devletin sınırları Marmara Denizi’ne kadar ulaşabilmiştir. İşte bu olayın arkasındaki olgu böylede İbn Haldun nazariyesi ile açıklanabilmekte yahut olaylar üzerinden İbn Haldun okuması yaptığımızda bu hasılayı görebilmekteyiz.
Kaynaklar göstermiştir ki Selçuklu sahasında toplanan kuvvetler gerek içeride yığılan Oğuz göçebelerini nakletmek, Halifelikten Oğuz göçerlerine dair şikâyetler gibi sebeplerin de eklenmesiyle bu topluluk Anadolu tarafına yönlendirildiği genel tarih yazımımızda yer alır. İşte İbn Haldun’un bahsettiği hem merkezi koruma, hem de ziyadesiyle var olan Oğuz asabesinin Horasan ve Irak’ın ötesine Anadolu’ya gönderilmeleri işte bu potansiyel ve dinamiği harekete geçirmiş ve tabii sınırların genişlemesi Anadolu’nun fethi; Türk ve İslam yurdu olması işte bu mevcut Büyük Selçuklu sınırlarına sığmayan, İslam dünyasında olumsuz göörülen ve tarih yazımımızda böyle resmedilen bu insan unsuru sayesinde mümkün olmuştur. İkinci bir netice olarak aynı zamanda devletin tabii sınırları Anadolu ve Suriye istikametinde genişleyebilmiştir. Aslında geleneksel tarih yazımımızda, bahsettiğimiz gibi, bir huzursuzluk ve siyasi rakip gibi görülen Oğuzların fazlalığı, bizim şimdiye kadar bu konudaki değerlendirmelerimizde yer almadığı şekilde, aslında İbn Haldun’un bahsettiği bir dinamiğin çalışmasını ve Anadolu’nun fethini mümkün kılmıştır. Anadolu’da feth edilen yerlerin ıkta olarak verilmesi taktiği ve usulü Doğu Anadolu Devletleri/Beylikleri olarak adlandırılan süreci de bu şekilde mümkün kılmıştır. Artuklular, Mengücükler, Danişmentliler, Saltuklular gibi devletler bu suretle oraya çıkmışlardır. Eğer Selçuklu Devleti merkezi idareyi rahatsız etmeleri, var olan topraklara sığmamaları ve halifeliğin elçileri ile şikâyetçi olduğu unsurların oluşturduğu bu güç ve dinamiğe sahip olmasa bir cihan devletinin teşekkülü ve Anadolu’nun Türkiye olması, Osmanlıların zuhuru ve İstanbul’un fethi gibi bir takım olaylar gerçekleşemeyecekti.
Öte yandan İbn Haldun teorisine göre meseleye bakarsak, Selçuklular Anadolu’da istikrar kazanmadan Balkanlara yönelseler İbn Haldun’un ifade ettiği gibi bu ülkede çok daha önce düşmanlar ve komşular tarafından bertaraf edileceklerdi. Hâlbuki gerek Doğu ve Güneydoğu Anadolu Türk devletleri gerekse Türkiye Selçukluları sayesinde devlet ve millet Türkiye’de kökleşme imkânı bulmuştur. Türk tarihinde bu manada bir genişleme ve daralma dinamiğini hep gördüğümüzü ifade ile iktifa etmek istiyoruz.
İbn Haldun, aynı yerde, “Bir devletin merkezi mağlup edilirse, çevresinin ve sahasının var olmaya devam etmesinin ona bir faydası olmaz. Daha açıkçası devlet derhal izmihlale uğrar. Çünkü merkez, kendisinden ruhun ve canın çevreye yayıldığı kalp gibidir. Kalp mağlup edilir ve ona malik olunursa, bütün çevre ve uç noktalar hezimete uğrar. Mukaddime, s. 383”, tespitiyle Selçuklu sultanlarının bu göç ve nakil stratejisinin bu suretle hem merkezi koruduğu, hem de yığılan fazla asabenin devletin tabii sınırlarını arttırma potansiyelinin fiili hâle nasıl geldiği böylece görülecektir. Sultan Sancar devrinde Oğuz isyanı ile merkezini kaybeden Selçuklular bu Oğuzlar ile vatan kıldıkları Anadolu’yu Türkiye yaparken öte yandan devletlerinin merkezini tahrip ile yıkılmasına yol açmaları da göz önüne alınırsa, İbn Haldun nazariyesi ile Selçuklu göçleri, Anadolu’nun fethi ve Türkiye’nin vatanlaşması meselesindeki dinamiğe İbn Haldun ile yol açıcı bir katkı yapar ve düşüncemizi böylece genişletebiliriz, diye düşünüyoruz. Hülasa merkez hem kendisini yani devleti korumuş hem de tabii sınırlarını bu yolla genişletmiştir.
Burada sunulan mesele aslında Türk devleti ve milletinin farklı coğrafyalarda var olması ve devletler kurmasını açıklayacak etkenlerden birini de bize göstermektedir. Tarihimizin bu dinamizmi asırlar boyunca kendi içimizden yeni bir devlet çıkarmamızı ve millet için vatan teşkilini sağlamıştır, dersek mübalağa etmiş olmayacağız. Selçuklu göçerleri ve Anadolu’nun fethi meselesini düşünürken bu katkının tarih düşüncemize fayda sağlamasını dilerken, meselelere otantik kavram ve yöntemlerle bakmanın bizi derinleştirici etkisini de ifade etmek isteriz.
Altan Çetin